7 Şubat 2012 Salı

Ehl-i Sünnet istismar ediliyor”-2-

LAİKLİK, BİR MÜSLÜMAN İÇİN ASLOLAN MIDIR?

“Laiklik orta noktada ve tüm inanışları koruyacak eşit uzaklıkta olacak” söylemi var? Korkulan şey ne?

Hukuk ve anayasa sürecinde “en ideal sistem laiklik olarak görülüyor. Herkesin anayasa-yasa karşısında eşit statüde bulunduğu ve aynı hükümlere tabi olduğu, devletin tüm inanç sistemlerine hatta inançsızlığa eşit mesafede bulunduğu bir sistem daha makul daha mükemmel” gibi gözüküyor. Ben böyle bakmak zorunda olmadığımızı düşünüyorum.

Bir Müslüman için aslolan, bu dünyayı Allah rızası doğrultusunda yaşamaktır. Nasıl yapacağız? Bunun yolunu kendimiz arayıp bulmak gibi bir sıkıntıya düçâr edilmiş değiliz. Bu yolu da yine bizim temel referanslarımız gösteriyor. Bir bütün olarak fıkıh dediğimiz yapıyı, sistemi bireysel ve toplumsal hayata aktardığımız zaman biz Allah rızası doğrultusunda bir hayatı garanti etmiş oluyoruz.

Diğer hukuk sistemleri ile diğer inanç mensupları ile kesiştiği noktalar olmayacak mı? Elbette olacak… Bu durumda yapılması gereken şey bundan dönmek, iptal etmek değil. Hangi olay söz konusu ise o olay üzerinde çözüm bulmaktır.

Geçmişte Osmanlı sisteminde, bu ülkede yaşayan her hangi bir azınlık mensubunun hakkı, hukuku gasp edilmiş midir, böyle bir şey var mıdır? Dinini, kültürünü yaşamada, hayatı inancına uygun bir şekilde tanzim etme noktasında herhangi bir gayrimüslim’in hakkı gasp edilmiş midir? Bizim tarihimiz, belgelerimiz, arşivimiz ortada, geçmişimiz ortada, yaşanan hayat ortadadır. Hemen şurada, Üsküdar Kavacık’ta cami ile kilise yan yana bir arada, aralarında sadece bir duvar var. Biz sadece kendi hukukumuzu dünyevi ve uhrevi beklentilerimizi amaçlarımızı değil aynı zamanda bizimle bir arada yaşayan insanların inançlarını, hassasiyetlerini de muhafaza etmişiz.

Öbür türlü, Endülüs’e gidin, ayakta kalmış bir tane cami bulmanız çok zor. Bir müzelik el-Hamra vardır, onun dışında çok zor. Her şeyi ile bitirilmiş 8 asırlık bir medeniyet var orada. Ama Osmanlı’nın hakimiyet sahasındaki coğrafyada nereye giderseniz gidin, bütün azınlıklar kendi dilleri, kültürleri, inançları, ibadethaneleri ile ayaktadır. Varlığını muhafaza etmesi sağlanmıştır ve bu sayede bugüne kadar gelmiştir. Dolayısıyla herhangi bir hukuk sisteminin diğerlerini baskılamasından değil, ideal-tabii hukuk sistemi uygulandığında ortaya çıkacak mükemmel manzaradan bahsediyoruz. Ne var ki, ülke olarak geldiğimiz noktada biz bundan korkuyoruz, çünkü genlerimize böyle bir şey yerleştirildi. Bizi İstiklal mücadelesi vermek zorunda bırakan Batı, bize böyle bir şey işaret etti. “Size çağdaş hukuk lazım, bunun için bizim seviyemize gelin, bunun yolu da budur” diye yol gösterdiler, biz de gidiyoruz. Bu olup biteni sorgulamak gibi bir iradeyi de gösterebilmemiz lazım.

Sizce de bir aşırı pısırıklık yok mu? En basitinden Aleviler, cemevleri ibadethane olsun istiyor. Onlar bunu isterse tarikatlerin de “biz de tarikatlerin Diyanet’te temsilini isteriz demesi gerekmez mi?

Gerekir tabii. Az önce de ifade ettik. Türkiye’de dini hassasiyet sahibi kişi ve kesimler çok uzun yıllar baskı altında tutuldular. Sadece pratikleri değil, duyguları bile örselendi, zedelendi, yıprandı, ihmale uğradı ve kısmen dönüştü. Ama geldiğimiz noktada artık bu toprağı vatan yapan değerlerin öne çıkması, bu değerlerin hayata hakim olması, görünür olması talebini yüksek sesle dillendirmek lazım.

Çanakkale’de 250 bin insan şehit oldu. Mümkün olsa da o kabirleri açsanız, o insanları kaldırsanız, sorsanız; “Siz bu ülkede nasıl bir hukuk istersiniz, ne uğruna öldünüz?”diye. Size benim söylediğimi söyleyecektir. Farklı bir şey söylemeyecektir.

Gidin Sarıkamış’ta donan 90 bin askere, gence sorun; “Nasıl bir Türkiye nasıl bir memleket, vatan isterdiniz?” diye, yine bunu söyleyeceklerdir.

Bu bir anlamda ısmarlama, giydirilmiş, manipülatif düşünme, davranma biçimini, korkuları bir kenara bırakıp işin aslını yüksek sesle, cesaretle dile getirmek lazım. Bu bir iradedir, bir düşünce açıklama meselesidir ve bu yüzden kimsenin başına bir şey gelmemelidir, bunu yapmaktan da kimseye bir zarar gelmemelidir.

MÜSLÜMANLAR “ŞERİAT”A HAZIR DEĞİLLER

Muhafazakâr kesimler bile “şeriat” dediğinizde korkuyor. İnsanlar şeriat sistemine hazır mı?

İnsanlar öyle bir kıvama getiriliyor ki, kendi değerlerine yabancılaştırılıyor. Türkiye’de artık %99 Müslüman olduğunu söylediğimiz bu memlekette “şeriat ister misiniz?” diye sorsak, Müslümanların büyük bir çoğunluğu buna karşı çıkar. Çünkü içi doldurulmamış, hesabı verilmemiş kalıp yargılar üzerinden pratik algı kodları yerleştirildi bizim beynimize. “Şeriat” denilince herkes bir şey anlar hale geldi, bunu büyük ölçüde medya yaptı. Manipülatif efektler eşliğinde, gırtlağına kadar toprağa gömülmüş taşlanarak öldürülen kadınlar gösterildi. İnsanlar şeriat deyince bunu anlıyor. Oysa sorsanız, “bütün tarih boyunca, bütün insanlık boyunca İslam tarihi boyunca kaç kişi recm edilmiştir, kaç kişinin eli-kolu kesilmiştir?” diye alacağınız cevap çok komik rakamlardır.

Biz çağdaşlık uğruna idealleştirdiğimiz dünyanın insana bakışı ile bizim insana bakışımızı gerçek anlamda kıyaslayabilecek bir zihni dinginlikte, durulukta ve dirayette olabilsek arada kıyas kabul etmez uçurumlar olduğunu görebileceğiz. Yani, “Batılı için insan ne ifade ediyor?”, “Müslüman için insan ne ifade ediyor?”, bunu o tarihi tecrübeleri yan yana koyarak çok rahat görebiliriz. İki dünya savaşında ölen insanların sayısı 100 milyon. Sadece 2. Dünya savaşında 60 milyondan fazla insan ölmüş. Çağdaş, uygar dediğimiz insanların tarihlerine ve bugünlerine bakıyorsunuz… Bir TV kanalında Afganistan’da esir alınan Taliban askerlerine yapılan muameleleri gösterdiler. İnanın izleyemiyorsunuz. Kimi yerleri karartmışlar, buna rağmen izleyemiyorsunuz. O insanlara reva görülen muamele, o işkence… Kitlesel kıyımlar var. Irakta da başka yerlerde de gördük bu manzaraları.

Bu “çağdaş normlar” dedikleri şey, çağdaş olduklarını söylediğimiz toplumların kendileri için tasarlanmış şeylerdir. Onlar insanları iki gruba ayırmıştır. Birinci grup insan, büyük “İ” ile yazılıyor. O insan ABD’de örneğini gördüğümüz, WASP tarzı –White(beyaz), Anglo-Sakson, Protestan- o illuminati örgütünün ve ona bağlı olan yapıların öne çıkardığı, merkeze koyduğu insan bu. Dünyanın geri kalanı da “insanımsı”. Yani insanla hayvan arası, daha henüz gelişiyor, gelişmesi sürüyor. Fukuyama bir makale yazdı, “Tarihin sonu”, “tarihin sonu geldi, bitti” dedi. Bununla, “Biz gelişmede kalkınmada ilerlemede öyle bir noktaya geldik ki bundan ötesi yok. Biz evrimimizi tamamladık ve bizim için tarih bitti. Dünyanın geri kalanı, yani “insanımsılar” da bizim geldiğimiz noktaya gelmek zorundadır.” dedi. Biz evrim deyince sadece Darvin’e yükleniyoruz. Bu anlayışın sosyolojik, kültürel versiyonu da var. Batılı, dünyanın geri kalanını insanımsı görüyor.

Bu benim çok zoruma gidiyor. Batıya gittiğinizde birbirine saygı duyan insanlardan oluşmuş bir toplum görüyorsunuz. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor, hakkını hukukunu çiğnemiyor. Ama buraya geldiğinde o adamlar hayvanlaşıyor. O kadar rahat hareket ediyorlar ki. Ben İstanbul’a taşınmadan önce otelde kaldırdım geldikçe, grup grup gelirlerdi tahammül edemez otele gitmezdim. Hayvanlar gibi davranıyorlar. Kendi memleketlerinde değil de burada neden yapıyorlar bunu? Burada “insanımsılar” arasında, bir kademe üstte yaşıyorlar, burada saygı gösterip rahatsız etmemesi gereken varlıklar yok. Burada küçük “i”li insanlar var, “insanımsı yaratıklar” var, onlar çok önemli değil. Onun için öyle davranıyor. Genetik, refleksif bir şey bu. Batı’nın mevcut dünya, insan, varlık anlayışı bu. Böyle iken bizim onların kendileri için, birbirlerini yeme sürecini sonlandırmak için, otuz yıl savaşlarında, yüzyıl savaşlarında ve nihayet iki dünya savaşında ortaya çıkan yıkımları, katliamları, kitlesel imhayı, tekrarlamamak için buldukları ve kendi pratiklerine dönük olarak tasarlanmış şeyleri ideal sistemler diye alıp kendi bünyemize taşımak zorunda değiliz. Benim kendi hakikatim kendi gerçekliğim var, kendi tarihim, müktesebatım var, kendi kavramların düşünce sistemlerim var. Buradan hareket etmeliyim.

Türkiye eskiye nazaran, görünürde daha etkin durumda. Bu noktada bir çıkış yapamaz mı?

Yapar da samimi bir şekilde önce kendi özümüze dönmesi lazım. Başbakan’ın Mısır’a gidip oradaki halka laiklik telkin etmesi, inandırıcılığını tartışılır hale getiriyor. Bu topraklarda yaşayan insanların tarihlerinde ve din/hayat algılarında laiklik diye bir şey yok. “Biz yapıyoruz güzel oluyor, siz de yapın” düşüncesine çok fazla anlam veremiyorum. Oradaki insanlar için de karşılığı yok.

Aslına bakarsanız laikliğin bizde de bir karşılığı yok. Milletin kendini dışa vurabileceği bir zemine kavuştuğunda gideceği yer kendi benliğidir, geldiği yerdir, tarihidir, kültürdür, kimliğidir. Bu millet batılı olmayacak. Hiçbir zaman olmayacak. Siz ne yaparsanız yapın, Anadolu insanın kapısını çalıp bir lokma ekmek istediğinizde sizi tanrı misafiri kabul edip başköşeye oturtacak. Ve teknesinde ne var ne yok önünüze koyacak. Bu millet bu anlamda modernleşmez, çünkü genetik bir uyumsuzluk var… Modernleşmek demek; bireyselleşmek, bencilleşmek demek.

Batı aile kurumu olarak, ahlaki olarak çökmüş durumda, adi uçlar artmış durumda… Bundan sonra Batı nereye gider?

Batı nereye gider? Bunun sonu toplumsal bir çözülmedir, kaostur yani. İnsanların değerlerini kaybettiği, bireyselliğin alabildiğine öne çıktığı bir sürecin ucu başka nereye çıkar? Kendi iç çatışmalarını bitirmek için, tüketim manyağı haline getirdikleri toplumlarına yeni tatmin imkânları sunmak için bu süreçte İslam dünyasına yeni saldırılar –tabii ki bahanelerini de üreterek!– beklenebilir. Bunu dikkatte tutmakta fayda var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder