7 Şubat 2012 Salı

Ehl-i Sünnet istismar ediliyor”-3-

TÜRKİYE’Yİ NELER BEKLİYOR

Türkiye gibi ülkelerde ne olur? Geldiğimiz nokta geride bıraktığımız süreç ve önümüzde bizi bekleyen süreçte ne var?

Biz şehirleştikçe, şehirlileştikçe, bu kent kültürü denen şey bizi birbirimize yabancılaştırıyor, birbirimizden uzaklaştırıyor. Mahkemelerimizdeki davaların sayısı artıyor. Şu anda biz Avrupa’nın en büyük mahkemelerini yapmakla övünüyoruz.

“Bizim geçmişimizde ne vardı?” diye baktığımızda fazla değil 100 sene öncesine baktığımızda her şey çok farklı idi. 1910 Balkan Savaşı öncesi Ahmet Cevdet Paşa üst düzey devlet görevlisi olarak Balkanlara gidiyor. Balkanları kaybetmeyelim diye. Bosna’ya gidiyor. Gezileri sırasında Bosna’ya Osmanlı’nın açtığı Ticaret Mahkemesi’nin 3 çalışanı geliyorlar “bir talebimiz var” diye. Diyorlar ki; “Biz burada Devlet-i Aliye’nin Ticaret Mahkemesi’nde görevliyiz, biz bu görevden alınmak istiyoruz.” Soruyor, “Şikayetiniz mi var?” Diyorlar ki “Bizim aldığımız para haram” , “Nasıl yani?” “3 yıl önce bu mahkeme açıldı biz 3 yıldır sabahtan akşama oturuyoruz gelen yok giden yok, davalı davacı yok. Bizi görevden alın, mahkemeyi kapatın.” Ahmet Cevdet Paşa Bosna esnafını geziyor “işin aslı nedir” diye. Bir toptancı dükkânına gidiyor, kendini tanıtıp soruyor, “siz nasıl alış veriş yaparsınız?” diye. Cevap: “Bize perakendeci esnaf gelir, ne almak isterse alır, biz onu pusula ile kaydederiz. Bir nüshası onda olur, bir nüshası bizde. Adam gider sattığını satar, sonra paramızı verir. Bazen bizim paraya ihtiyacımız olur, tahsildar çıkarılır, kimlerden alacağımız olduğu bellidir, gider ondan paramızı tahsil eder gelir.” Cevdet Paşa, “Senet sepet yapmaz mısınız?” diye soruyor, “yok” cevabını alıyor. “Aldığını inkâr ederse ne yaparsınız?” diye sorunca şaşırıyor esnaf, “olur mu beyim, insan aldığını nasıl inkar eder?” diyor. Paşa, “Ya ölürse alacağınızı nasıl alırsınız?” diye soruyor. Diyorlar ki, “Bizim verdiğimiz pusula onun terekesinden çıkar, varisleri bize onu öder.”

100 sene öncesinde yaşanan bir şey. Bu toplum böyle idi. Aradan üç kuşak geçti. Şimdi Avrupa’nın en büyük mahkeme binasını yapmış olmakla iftihar ediyoruz. Bu millet nereye gidiyor, nereye gidecek? Şehirleştikçe ahlaki yozlaşma, ruhi çözülme, bunalım artıyor, insanlar birebirine güvenmiyor, komşu komşuya kapısını kapatıyor, mahkemelerde davalar çığ gibi büyüyor…

Bu toplumda bizi bir arada tutan bir şey yok mudur?

Bu insanları bir arada tutan ne var? Hiçbir şey yok! Din deseniz, kimin hayatında ne kadar etkinse o kadar. Kültür deseniz kültür yok. Esas bu işlerin kökü kültürdür. Din inançtır, kalpte beyinde maneviyatta ruhta yerleşir ve dışarıya kendini kültür olarak vurur. Bu mimari olur, ev dizaynı olur, şehir kurma tarzı olur, komşu münasebetleri olur, insani ilişkiler olur… Kültürünü kaybetmiş bir toplum, bir insan ne olur? Ömer Hayyam’ın dediği gibi, “Ne tam gavur olur ne tam Müslüman”, böyle bir şey yani.

‘DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI TAMAMEN KALDIRILMALI’

Diyanet için ne diyebilirsiniz?

Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumunun Türkiye’deki dini hayatı kontrol ve denetim altında tutmak için oluşturulduğunu hepimiz biliyoruz, varlık amacı budur. Başına ne kadar ehil insanlar gelmiş olursa olsun, son tahlilde bu amaçla çelişen, çatışan bir şey bu kurumdan sadır olmaz, olmasını beklemek doğru değil. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumunun üstünde ona vaziyet eden mekanizmaların, onu müsbet istikamette yönlendirmesi halinde müsbet işler yapabilir. Aksi takdirde, sonuçta bir bakanlığa bağlı genel müdürlük seviyesinde bir kurumdur. Bağlı bulunduğu bakanlığın, o bakanlığı idare eden zihniyetin, onun bağlı olduğu daha üst mekanizmaların rağmına bir şey.

Özerk olması sorunu çözer mi?

Ben, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen kaldırılmasını isterim. Çünkü milletin kendi dini işlerini deruhte edecek olgunlukta olmadığını, henüz buluğa ermediğini düşünen kesimler için Diyanet zaruridir. “Bu millet kendi dini işlerini deruhte edemez. O seviyede, o gelişmişlikte, o dirayette değildir. Dolayısıyla milletin dini işlerini biz tedvir ederiz.” diyorlar. Ben de diyorum ki “Siz böyle yaptıkça bu millet kendi dini işlerini tedvir edecek olgunluğa hiçbir zaman ulaşamayacak.”

Ben Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen kaldırılmasını, bunun yerine konuyla ilgili sivil yapıların bir araya gelip bir çatı kuruluş altında birleşip tıpkı basın kuruluşlarının sahip olduğu türden bir yapıya kavuşturulması gerektiğini düşünürüm. Basın nasıl özgürdür, hiç kimse basına bir şeyi telkin edemez, sansür diye bir şey yoktur, kimse gazete çıkarmak için bir yerden izin almak zorunda değildir… Bunun gibi. Ama bunlarla birlikte farklı gazeteler var. Basın sektörü tek bir sesten, monoblok bir yapıdan oluşmuyor. Gayet de güzel yürüyor. Peki basın alanında bu kadar akil baliğ olmuş bir toplum din alanında böyle olamaz mı?

Tarikatler, cemaatler, dinle ilişkili bir biçimde kendini din üzerinden ifade etmeyi tercih eden yapılar, kesimler, insanlar bir araya gelirler. Kendi sivil örgütlenmeleri içinde bir üst otokontrol mekanizması da sağlayan bir üst kuruluşa, bir çatı yapıya meseleyi kavuştururlar. Ve o yapı içerisinde icra-i faaliyet ederler. Gayet de güzel yürür. Bu durumda işte Aleviler, gayrimüslimler de istedikleri gibi kendi inançları istikametinde örgütlenip hareket etmekte serbest olurlar, mesele bitmiş olur.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın merkezden dikte ettiği bir hutbeyi, bir imam efendi okumak zorunda. Bunu dinin hangi ilkesiyle, hutbenin hangi rüknüyle ya da şartıyla izah edebilirsiniz? Bunun izahı yok. Kötü şeyler mi söylüyor? İyi de olsa “bir merkezden yönlendirilmek” hutbenin tabiatıyla örtüşmüyor.

İddia ve kumar türü konular tartışılıyor. Kumarı oynatan devlet, Diyanet’e kumarın haram olduğunu anlatan hutbe verdiren yine devlet…

Çok ironik şeyler bunlar. “İçki haramdır” diyorsunuz, devlet içki üretiyor… Devlet kendisi bir taraftan içki üretiyor, öbür taraftan Diyanet “içki haramdır” diyor. Devlet kumar oynatıyor… Ben bunların tartışılmasından yanayım.

Devlete meşruiyet de veriyor. İşin bir de o yönü var…

Bakın, üniversiteler gibi pek çok örgüt “YÖK’ü istemiyoruz” diyor. “Üniversiteler kendilerini idare edebilecek olgunluktadır, erişkinliktedir. Dolayısıyla YÖK gibi bir koordinasyon kuruluna ihtiyaç yoktur.” Diyor. Ben de aynı şeyi dini hayat için söylüyorum. Eğer cemaatler, tarikatlar, kendini din üzerinden ifade eden örgütler, yapılar, insanlar, kesimler… kendi dini hayatlarını kendileri tedvir edemezler diye düşünüyorsak bunun bir sebebi de bizim meseleyi yıllardır hep Diyanet üzerinden götürme ısrarında olmamızdır. O yapının önünü bir açın bakalım. İnsanlar bu konuda bir tecrübe edinsinler. Her şey tecrübeyle yürüyor. Tecrübe etsinler. Kendi pratiklerini oluştursunlar. Yolda yürürken nelerle karşılaşıyorlar, ona göre daha kamil, daha olgun, daha iş görür bir yapı zaman içinde oluşacaktır. Ama bunun önünü tıkayarak, “bunlar az gelişmiş” ithamını sürdürmek anlamsızdır.

‘TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNUNA MUHALİFİM’

Eğitim sistemi konusunda neler söyleyebilirsiniz? Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması düşünülüyor ve görünen o ki çıkarılacak. Siz ne düşünüyorsunuz bu tartışmalarla ilgili?

Ben Tevhid-i Tedrisat Kanununa muhalifim. Tevhid-i Tedrisat bu memleketin gerçekleri ile örtüşen bir kanun değil. Ve de, ne hikmetse hep mütedeyyin insanların aleyhine işlemiş bir kanun. Bu insanlar, bu memleket Müslüman. Sokağa çıkın, önünüze gelen insanlara sorun, dinle diyanetle çok ilişkisi olmasa bile, ibadetlerine çok düşkün olmasa bile kendisini Müslüman olarak ifade eder. Kendisini Müslüman olarak ifade eden bir insanın, Müslümanca bir eğitim sistemi talep etmesinden, Müslüman gibi eğitim alma hakkını kullanmasından daha tabii ne olabilir? Benim bu hakkı nasıl alacağıma başkaları niçin karar veriyor?

ÇOCUĞUM HAFIZ OLSUN İSTİYORUM, AMA…

Sistemin dayattığı eğitimi herkes almak zorunda mı?

Tevhid-i-i tedrisat kanunu kaldırılmalı ve adamakıllı yapılar içerisinde, herkes belli ilkeleri, esasları gözeterek istediği eğitimi alabilmelidir. Yani “toplumun cahil kalmaması için onlara yol gösterici, rehberlik edici bir yapıdan ne zarar gelir” diye düşünebiliriz. İlk etapta bunu makul de karşılayabiliriz. Ama bu yapı bize yol gösterici olmaktan çıkıp dikte edici pozisyona girince burada her şey birbirine giriyor. Ben çocuğumu hafız yapmak istiyorum mesela. Hafız olarak yetiştirmek istiyorum, bu benim en tabii hakkım olmalı. Niye benim çocuğum “dört artı dört artı dört” ya da “dört artı üç” ya da bilmem kaç artı kaç şeklinde zorunlu eğitime tabi tutulsun. Benim çocuğum bir yandan hafızlık eğitimi görürken bir yandan da temel bilgilerini alsın. Bunun mekanizması oluşturulabilir. Bu çok kolay ve mümkün. Batı’da bunun örnekleri var. Ama bunun önünü tıkarsanız, “Siz şöyle bir eğitimden geçmek zorundasınız yoksa adam olamayacaksınız” gibi dayatmalarla, dikte tavırlarla bir yere gidilmez. Bu milletin talepleri daha ne kadar bastırılacak?

Benim çocuklarımdan en azından birisinin hafız olmasını çok isterim. Ama şu an fiilen böyle bir imkânımız yok. Hafız olsa kaçak bir iş yapmış olacağım.

İLAHİYAT FAKÜLTELERİNDEN BOL BOL DİN TENKİTÇİSİ YETİŞİYOR

Geleneksel eğitim kurumlarının (Külliyelerin, tarikatlerin, tasavvuf kurumlarının) tarih içinde hayli yıprandığı da yapılan eleştirilerden. Siz bu eleştirilere katılıyor musunuz?

İnsanın olduğu her yerde her zaman arıza vardır, her zaman eksiklik, hata, yanlışlık vardır. Bunun böyle olması, oranının şöyle ya da böyle olması hiçbir zaman kökten kazınmasını gerektirmez. Hata varsa ıslah edersiniz, arıza varsa tamir edersiniz… Bu böyle oldu diye bunu kökten kaldırırsanız, medreseyi kaldırıp yerine ilahiyat fakültesini kurarsanız, “alim yetişmez, din münekkidi yetişir.” Bu merhum Ali Fuat Başgil’in tespitidir. Türkiye’de ilk ilahiyat fakültesi açıldığında müfredatına bakmış, kuruluş mantığına bakmış, demiş ki, “Bu okullardan din alimi yetişmez, din münekkidi (din tenkitçisi) yetişir.”

İlahiyat fakültelerinden bol bol din tenkitçisi yetişiyor. Tefsir kürsülerinde tefsirin altını oyan, hadis kürsülerinde hadisleri tenkit eden, fıkıh kürsülerinde fıkhı tahrip eden insanlar var. Vaziyet bu. Kuruluş mantığı neyse o mantığa göre insan yetişiyor. Tabii ki hepsini kastetmiyoruz. Aralarında istisna olanları tenzih ederek söylüyoruz. Ama medrese böyle değildir. Medrese alim yetiştirmek için kurulmuş ve o esaslar doğrultusunda o mantıkla içi doldurulmuş bir müessesedir. İslam alimi oradan yetişir. Medreseleri ıslah diye bir şey Osmanlı’da da belli bir dönemden sonra gündeme gelmiş bir meseledir. Ama unutmayalım: Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş alimlerin yazdığı eserler bile bugün bizim ilahiyat fakültelerimizde kaynak olarak kullanılıyor.

BİZİM MEDENİYETİMİZ “FIKIH MEDENİYETİ”DİR

İslami bilimler içerisinde en canlı, en geniş birikimimizin şeriat, hukuk, fıkıh alanları olduğunu iddia edenler de var. Bu konularda neler söyleyebilirsiniz?

Bizim medeniyetimiz için “Fıkıh medeniyeti” derler, doğrudur. Fıkhın hayatın bütün alanlarına sirayet ederek, vaziyet ederek, hakim olarak hayatı yönlendirmesinde şaşılacak bir şey yok; çünkü fıkıh, dini kavrayış sisteminin kendisidir. Nedir fıkıh? Bir şeyi inceden inceye dirayetle kavramak, künhüne vakıf olmak demektir. Dolayısıyla dinde fıkıh sahibi olanlar dini derinlemesine ve dirayetle kavramış olan insanlardır. Efendimiz (A.S.) ‘ın Abdullah bin Abbas (RA)’a bir duası var: “Allah’ım onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret” diyor. Fıkıh sahibi olmak, hayatı temel referanslar ekseninde anlamak, algılamak, yorumlamak ve açıklamaktır. Onun için bizim geçmişimizde bazı fakihlere, bazı fukahaya “fakihü’l-beden” ya da “fakihü’n-nefs” derlermiş. Yani bu adam bütün hücrelerine kadar fıkıhtır; oturması fıkıh, kalkması fıkıh, tepkileri fıkıh, refleksleri fıkıh … Canlı bir fıkıh adamı yani. Canlı bir dini kavrayış var burada, dinin ete kemiğe bürünmüş hali var. Hayata fıkhın vaziyet etmesi çok tabii bir şey.

Bu geçmiş birikimimiz günümüzdeki tartışmalara da katkı sağlayabilir mi?

Onu yeniden, kendisi olarak, manipüle etmeden, yönlendirmeden, subjektif yorumlara kurban etmeden, kendisi olarak bizatihi öğrenir ve onun sadık ve mütevazi birer talebesi olarak dizinin dibine çöker, onu öğrenmek için ona kendimizi açarsak o da kendisini bize açacak ve biz hayatımıza ne kazandırdığını o zaman anlayacağız. Biz fıkhı teorik bilgiler olarak öğreniyoruz. Bakın bu önemli bir şey çünkü sokaktaki hayatta, hayatın görünen yüzünde fıkhın tezahürleri yok, fıkhın inşa ettiği bir hayattan bahsetmiyoruz. Seküler bir hayattan bahsediyoruz ve burada masabaşı faaliyetlerle öğrenilmiş bir fıkıhtan bahsediyoruz. Bu ikisi birbirinden bu kadar kopuk olmaz, bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Fıkıh hayatın içinde olacak; hayatı inşa eden, hayatı dizayn eden bir mekanizma olarak, bir öz olarak hayatın içinde olacak. O zaman biz işte o Ahmet Cevdet Paşa’ya gidip, “bizi bu görevden al” diyen insanların olgunluğuna, kemaline kavuşuruz. Bu ancak bu şekilde mümkün. Yoksa bu teorik tartışmalar alır başını gider. İşin içinden çıkamayız.

Bizim ilim adamlarımızın bir kısım akademisyenlerimizin yaptığı iş budur. Ezber ve masabaşı çalışmalarla İslami ilimleri ve fıkhı tartışma konusu yapıyoruz. İyi de birisi dışarıdan gelse ve dese ki “Kardeşim, siz bu fıkhı uyguladınız da mı bu sonuçları aldınız, bunları söylüyorsunuz? Bir uygulayın bakalım… Uygulayın, bu sonuçları alırsanız ondan sonra konuşalım.” Uygulamadan, “bu böyle olursa böyle olur” gibi kurgularla, subjektif akıl yürütmelerle, fıkıh hakkında İslami ilimler hakkında akıl yürütüyoruz, bir takım sonuçlara varıyoruz. Buradan bir takım teoriler üretiyoruz… Aslı astarı yok.

Ama bunları talep etmeyen bir muhafazakar toplum var. İktidarın verdiği rahatlıkla yaşamayı tercih eden ve memnun kalan, şu anki durumun çok iyi olduğunu söyleyen…

Bu toplumu biz kendi haline bırakmadığımız için bu böyledir. Toplum Cumhuriyet Türkiye’sinde her zaman, her iktidar döneminde bir şekilde yönlendirilmiş, bir yerlere kanalize edilmiş. Kendi iradesiyle başbaşa bırakılmamış, kendi aidiyet, mensubiyet ilişkilerini kurmasına müsaade edilmemiş çünkü devlet-millet ilişkisi bu modernleşme projeleri çerçevesinde hep manipülatif olmuş, hep yönlendirmeli olmuş. Kendi haline tabii seyrine bırakılmamış. Onun için millet şu an böyle. Evet, yüzde 99 Müslüman ama “şeriat ister misiniz?” dendiğinde, “Hayır” diyorlar. Onlara bu medyatik bombardıman, şeriatın ne olduğunu olduğu gibi anlatma biçiminde tezahür etseydi, o şekilde yapsaydı bu insanlar şeriatın ne olduğunu öğrenecekti ve tepkileri farklı olacaktı. Şimdi “şeriat” dendiğinde o insanların aklına o dediğimiz manzara ve bir takım adresler geliyor. Onlar da onlara bakarak, “şeriat budur, dolayısıyla bunu istemiyorum” diyor. Ama deseniz ki “Şeriat bu değil. Bakın mahkemeler kapanacak. Şeriat olunca birbirinizin kapılarının bekçisi olacaksınız. Kimse kapısına 3-5 tane kilit yaptırmayacak, komşuya emanet edip gidecek. Birinin dükkanından alışveriş ettiğinizde ‘öbür alışverişi de komşumdan yapın, ben siftah ettim’ diyecek, komşusuna yönlendirecek…” Budur, yani Allah’ın iradesidir. Allah’tan korkan, kuldan utanan, hesap günü şuuruyla hareket eden, hukukullahı ve hukukul ibadı ayakta tutan bir insan ve toplum…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder