26 Şubat 2012 Pazar

hastane içinde gül serinliği...






Hasan AKÇAY
 Her nereye varsak, her nereden geçsek hayatın bir nehir gibi aktığını ve insanın da onun içinde sürüklenip gittiğini görürüz. Hangi mekana varsak boş değil. Caddeler, okullar, camiler, hastaneler, hapishaneler... İnsan, her yerde insan.

Kimilerinin yolu arada bir düşer, kimilerinin ömrü orada geçer. Günün, hatta gecenin her saatinde hareketliliğin bütün hızıyla devam ettiği mekânlar… Kapısından ilk girildiğinde derin bir uğultunun kulaklara dolduğu, ilaç kokularının genizleri yaktığı hastane koridorları... O koridorlarda koşuşturan hasta yakınları, doktorlar ve banklar üzerinde yüreğindeki bin bir duygunun, düşüncenin yüzlerine yansıdığı tedirgin, çaresiz, telaşlı, meraklı, ümitli insanlar... Hastane odalarının her birinde “Şâfî” ismine sığınıp, sebepler dahilinde şifa bekleyen hastalar.

Bir vesile ile ne zaman yolumuz düşse karşılaştığımız hep aynı manzaradır. Gerek hasta olarak, gerekse hasta yakını ve yardımcısı olarak uğradığımız o mekanların da kendi hal diliyle hem hastalara hem de sağlara söylediği çok şeyler olsa gerek. Birçok hastane koridorunun duvarında asılı duran, yedi cihana hükmetmiş bir hükümdarın dilinden dökülmüş olması sebebiyle daha da bir anlam kazanan şu mısralar bizlere sağlığın en önemli varlık, servet ve saadet olduğunu anlatır:

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

Hastanın halini bilmeli sağlar

Biz insanlar elimizde bulunan birçok güzelliğin, varlığın, değerin farkında olamayız çoğu zaman. Ne zaman ki o var olan elden uçar gider, o zaman arkasından ya şaşkınlık ya da büyük bir pişmanlıkla bakakalırız. Bu durum sadece sağlık, varlık ve zaman için değil; yanı başımızda bulunan, elimizden ve yüreğimizden tutan ana baba, kardeş ve dostlar için de geçerlidir. Alışılmış yaşamak yerine farkında olarak, dokunarak, hissederek, dolu dolu yaşamak -kaybedişler kaçınılmaz olsa bile- en azından içimizde pişmanlığın sızısını ve dilimizde keşkelerin acısını bırakmayacaktır.

İçinde bulunduğumuz halin her daim devam edeceği ve herkesin de bizim durumumuz içinde olduğu gafleti, bir gün hiç de öyle olmadığı gerçeğiyle yüzümüzde bir kırbaç gibi şakladığında büyük bir şaşkınlıkla bir rüyadan uyanır gibi bizi uyarır. Çoğu zaman da iş işten geçmiş olur artık.

“Tok olan cümle cihanı tok sanır, aç olan âlemde ekmek yok sanır.” bercestesi kendinden başkalarının durumundan bîhaber olmanın ne güzel ifadesidir.  Herkesi kendisi gibi olduğunu sanmanın bir yanılgı hatta hata olduğunu bildirmek içindir ki bizlere: “Hastaneleri, hapishaneleri, kabirleri sık sık ziyaret ediniz.” emredilmiştir. Zira bu, ibret alma ve kıymet bilme makamında uyulması gereken en önemli düstur olarak karşımıza çıkmaktadır.

‘Ölüm bize ne yakın’

Her nereye varsak, her nereden geçsek hayatın bir nehir gibi aktığını ve insanın da onun içinde sürüklenip gittiğini görürüz. Hangi mekana varsak boş değil. Caddeler, okullar, camiler, hastaneler, hapishaneler... İnsan, her yerde insan.

Şimdi hasta yatağında pencereden uzaklara bakıp duran biri... Gözleri geçmişteki sağlıklı günlerinde. O güzel günlerde yapmak isteyip yapamadıklarının pişmanlığı ile sağlığına kavuştuğu anda yapacaklarının hayalini kurmakta. Bir diğeri evinin tenha odasının sessizliği içinde. Her ikisinin de gözleri kapıda, dışarıdan içeriye bir güneş gibi doğacak âşina bir yüz bekleyişinde.

Çoğu zaman içinin derinliklerindeki seslere kulak veren hastalar, güzellikten başka bir şey düşünmezler mutlaka. Hastalığın ilk hatırlattığı gerçek ölümdür çünkü. Ve hastaların sağlardan daha yoğun yaşadığı bir duygudur bu. En yakınında bir oda arkadaşı gibidir. Bir bakışlık, bir nefeslik mesafededir. Hele hastane odasındaki bir hasta için hemen her gün duyulan bir ilân gibidir. Ya yanında yatan bir hastanın yüzüne bir çarşafın örtülmesiyle ya da bir ambulansın siren sesinin koridorlarda yankılayarak odalara dolmasıyla birlikte hissedilir. Her an ölümü düşünenlerin içinden kötü duyguların, düşüncelerin geçmesi hiç mümkün müdür? Hastalıkla birlikte o duygudur ki, ruha verdiği her bir ürpertişte bütün olumsuz düşünceleri yıkar, temizler.

Hazan rüzgârıyla uçan yapraklar

Seven, sevdiğine bir vesile ile kendini hatırlatır. Dert, musibet de seven tarafından sevilene gönderilmiş bir hediyedir aslında. Çünkü, sevildiğini ve hatırlayanı unutmaması gerektiğini idrak ettirir. Bundan dolayıdır ki, O’ndan gelen her ne olursa olsun, şikayet değil teşekkür gerektirir.

İnsanın sürekli sıhhat ve afiyet içinde bulunması gaflet perdesini kalınlaştırır. Bütün yönünü dünyaya çevirip, ukbayı unutmasına sebep olur. Oysa hastalık ve musibetler insana güçsüz, aciz ve muhtaç bir varlık olduğunu hatırlatarak, gurur ve kibir dağlarını yerle bir eder.

Her ne kadar dayanılmaz olsa da sancılar, sargı tutmasa da yaralar, bilir ki derde giriftar olan büyük elemler ve dertler, büyük olanlara verilmiştir öncelikle. Sabır timsali Hz. Eyyüb’ü düşünür ve haline şükreder. Hastalığın aslında bir lütuf olduğunu ve kusurları bir sabun gibi temizleyip, günahları hazan rüzgârına tutulmuş bir ağacın yaprakları gibi döktüğünü; hastalıkla geçen her dakikasının ibadet değerinde olduğunu ümit ederek, “kahrın da hoş, lütfun da hoş”  teslimiyetiyle, O’ndan gelen her ne olursa tebessümle karşılar.

Musibetler karşısında insanın aciz bir varlık olduğunun idrakine varmayıp, âsi bir tavır sergilemesinin de bir faydası yoktur sonuçta. Yaşadığı sürece hiçbir derde, hastalığa düşmeyenler kendini sorgulamalı aslında. Hastalığın da bir nimet olduğunu bilenler, kimden geldiğini idrak edenlerdir ki, işte bu müjde gibi nidaya kulak verip, her nimete olduğu gibi hastalık ve musibetler karşısında da şükrederler:

“İzzetim ve celâlim hakkı için, mağfiret etmek istediğim hiç kimseyi, bedenine bir hastalık, rızkına bir darlık vererek boynundaki günahlarından temizlemeden dünyadan çıkarmayacağım.”

Böylesi yürek titreten bir muştu karşısında hangi akıl sahibi sitemkâr olabilir ki…

‘Bir hastaya vardın ise...’

Hiç tanımadığınız bir insan, eliniz sargılı veya kolunuz serumlu diye, size yaklaşıp geçmiş olsun dileğinde bulunuyor. Şaşırıyorsunuz. İçinizde tarifsiz bir bahçe çiçeklerle donanıyor. Acılarınız hafifliyor birden. Acaba bir yerlerden tanıyor muydum diye de bir an hafızanızı yokluyorsunuz. Hayır, tanıdığız biri değil... İlk defa karşılaşıyorsunuz ve anlıyorsunuz ki o kişi, insan olmanın gereklerinden birini yerine getiriyor.

Sizi saadet denizlerinde yüzdüren bu güzel davranışla birlikte yüreğinizdeki bulutlar dağılıyor, gün ışıyor. Neden aynı davranış içinde ben de bulunmayayım diyerek dersinizi ezberliyorsunuz. Hastane odasında yatarken kapıdan giren biri vardı ya... Onu da tanımıyordun sen. Kucağındaki gül demetlerinden her bir tanesini çekip odanıza ve diğer odalara bırakıp geçerken, bakışlarını oradakilerin hepsinin gözlerine değdirip “acil şifalar” temennisiyle koridorda kaybolmuştu. Odanıza bırakılan bir tek gül dalıyla ve tanımadığınız o kişinin içten, sıcak tebessümüyle birlikte aklından neler geçmişti? Neler düşünmüştün?

Ağrılarınızın, sancılarınızın, ümitlerinizin üzerine serilmişti her gül yaprağı. Bir güzel serinlik kaplamıştı dört yanı. Ve sen o gün karar vermiştin ya, en az ayda bir bu hastaneye gelerek elindeki çiçeklerle serinlik bırakacaktın odalara. Sağlığının bir şükrü olarak, oradaki insanları ziyaret edecektin.

“Bir hastaya vardın ise bir yudum su verdin ise
Yarın anda karşı gele Hak şarabı içmiş gibi.”

diyen Yunus’un sözleri senin de dudaklarından düşmüyordu. Unuttun mu yoksa? Hani sana yapılan bir güzellikten duyduğun mutluluğu sen de başkalarından esirgemeyecektin. Unuttun mu?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder