15 Şubat 2012 Çarşamba

Aşk hayat ve ölüm.













AŞK HAYAT VE ÖLÜM
Yere düşen sararmış yaprağın sana öğrettiği hüzünle baktın ağaçlara...
Rüzgâr esiyor ve sırası gelen yaprak düşüyordu yere...
Öte yandan topraktan ağacın köklerine yine bir can yürüyordu.
Sonbaharın içinde ilkbahar, ölümün içinde hayat saklıydı......
Yaprağın ölümü ağaçta başlıyordu.
Ama ölüm asla bir yok oluş değildi.
Ölüp ölüp dirilmenin sırırını o gün bu sarı yapraklar fısıldamıştı sana.
Bunu öğrendiğin gün, kıyametin bu dünyada başladığını, ölümü içinde hep gezdirmen gerektiğini kavradın.
Sonra bir kelebeğin ölüsünü gördün yaprakların arasında...
Sonra çığlık çığlığa uçuşan bir kuş sürüsü böldü dikkatini.
Göçmen kuşlar olmalıydı bunlar...Sıcak iklimlere göçüyorlardı.
Ölüm de öyleydi işte...Bu dünyadan sıkılan ruh, ölümle ebediyete kanat çırpıyordu.
Eve döndüğünde gördün ki bir kardeşin doğmuş...
Hayat işte, demeye kalmadan, komşunuzun öldüğünü işittin.
Hayat'ı ölüm takip etti.

*
Güneşi, ayı ve yıldızları tabir eden Yusuf'u hatırla şimdi.
Kuyu, ölüm müydü hayat mıydı?
Ve İbrahim'i...Ateş, ölüm müydü, hayat mıydı?
Eğer, ölümle hayatı ayırmaya kalkarsan bitmez sorular...
Birliği görmek gerek.
Kızgın çöllerde hangi dersi öğretir develer...
Dağ başlarında kartallar...
Sen, oturmuş ölene ağlıyor, doğana seviniyorsun.
Peki hangisi daha gerçek ve aşk bunların arasında nerede duruyor?
Bunu anlamak için, seccadene iyi bak...
Dünyanın sana sunduğu şekerin zehir olduğunu başka türlü nasıl öğrenebilirsin.
Güvercinler, neden hep cami avlularında olurlar?
Neden şadırvanlardaki suyun sesi bir başkadır?
Ezan sesi, nasıl böler gecenin karanlığını da aydınlığın kapısını açar
ve güneşi çağırır dünyaya...
Güneş, batınca yok olmaz ki, yeniden doğar.
Ölmek ve dirilmek üzerinde düşünürken bunları da fikret...
Ama güneşi yeniden doğuran nedir ki aşktan başka?

*
Ahmed, Mahmud ve Muhammed olanın aşkına!
Üşümüşse ruhun, namazın sıcaklığına sığınıp gelmez misin kendine...
Oruç, melekleri görünür kılmaz mı?
Dünya kayalıklarının uçurumlarında zekat elimizden tutmaz mı?
Hacılar Kabe yollarına döküldüklerinde çöller aşka boyanmaz mı?
Kandil geceleri sadece mahyaların ışığı mı yanar?
İçimizin kandilleri yanmaz mı?
Yeter ki yokluğun kapısında ol ve varlığın kapısı çal.
Çözülür o zaman muamma.
Şerh eder canını ulu bir sultan.
Yeter ki kapıda ol.
Suretinden çıkarak, dünyayı ardında bırakarak.
Gül yaprağına düşen çiy de bir şey söylemez sana...
Hele bir leylaklar arasından geç bakalım, duymaz mısın İsa nefesini...
Teslim ol ve bekle.
Seni de bulur bir tecelli rengi...
Bir bahara uyanır, o zaman çiçeklerinin boyunların bükük olmadığını
ve hiç solmadıklarını görürsün.
Sarı yapraklar dünyada kalır, sen ebedi bir baharın soluğuyla dirilirsin.
Gördün ki sen yok oldun.
Aşk dirildi.

*
Bir hayat bekliyor beni...
Oysa ben bir geceyi bekliyorum bir mağarada...
Bu tenha saatlerin içinde seni bekliyorum.
Tecellini bekliyorum.
Dalgasız yer altı sularının sakin sesleri geliyor kulağıma...
Yanılmışım, yarasının gözleri görüyor.
Anka, küllerinden yeniden doğuyor.
Ölüm güzel görünüyor gözüne...
Yeşil gözlerini hayata kapatıyor genç bir kadın...
Gözlerini dünyaya kapatıyor fakat başka bir iklime açıyor.
Kapalı sandığımız gözler açık. Bir gelincik tarlasının içinde uyanıyor bir böcek.
Göz, kendini görüyor aynasında...
Rüzgar, saçlarınla oynarken aşk, kapıdan içeri giriyor.
Aydınlanıyor mağara...
Tenhalık, zuhuratla ziynetleniyor.
Yer altı suları coşuyor.
Anka gökyüzüne kanat çırpıyor.
Yeşil gözlü kadın, meleklerle konuşuyor.
Dışarısı yangın yeri. Sen görmüyorsun.
Gök gürültüsü, yağmur...Sen, duymuyorsun.
Kafileler geçiyor gözlerinin önünden.
Arkalarında karıncalar, üzerlerinde kuşlar...

*
Muhabbet yeli senin ülkenden.
Veysel Karani, hasretinden ağlaya ağlaya gözlerini dünyaya kapatsa da
kokunu duyuyor senin.
Hicretin emin bir beldede vuslata dönüşüyor.
Medine'nin gülleri açıyor.
Değişiyor bozkırın rengi...
Üzerinde ebabil kuşları...
Sönen mum, ışığına yeniden kavuşuyor.
Bağı çözülüyor dilinin.
Şelaleler akıyor içinde...
Yakub'un gözleri açılıyor.
Ey can gözüm, sevinç tufanım!
Üfle nefesini, üşüdüm, hırkanı ver.
Eskidi tahammül giysilerim.
Aşk, kader gibi doğsun içimde.
Melekler yeni bir şiir söylesin.
Halvete girelim. Ayin başlasın.
Sema edelim. Can verelim.
Can bulalım hicranlar içinde vuslat demine erelim.
Hu diyerek, hu...
Gözlerim gördü ki, aşkı en iyi dalgalar tanıyor.
Bir kadının sinesinde çoğalıyor bereket...
Aşk, masumiyet elbisesiyle yürüyor hayatın içinde.

*
Zamanın dehlizlerinden geçtik. Nice berzahlara girdik.
Nice uçurumlar tanıdık.
Nice sular içtik...Bitmedi yolculuk.
Başlangıcı yok ki bitişi olsun.
Çünkü Sen'den sana doğru bir koşu bu...
Kıraç tarlalar buğday başaklarının rüyasını görürken,
her ırmak bir deniz düşüyle kendinden geçerken yolda nice Mecnun'lar gördük...
Nice Leylalar sevdik.
Ay ışığı, ay ışığı...Söyle bana...Benim yıldızım hangisi...
O, buralarda bir yerde biliyorum.
Göremeyen benim. O, önümde bir ışık ama gözlerim manaya kapalı...
İşte onun derdindeyim. Bunun için yoldayım.
Zeytin ağaçlarının arasında, incir bahçelerinin içinde o var.
Biliyorum ama görmüyorum.
Görmem için bana onun gözü, söylemem için bana onun sözü gerek.
Bunun için susuyorum ve bunun için yoldayım.
Biliyorum ki, sular en çetin kayaları oyup bir yol buluyorlar denize...
Aşk, aşk diye çağıldıyor sular.
Dersimi öğreniyorum.

*
Gölgeleri geçip sabahın ilk ışıklarıyla tekrar düşmeliyim yola...
Ne hayat, ne ölüm...
Beklediğim haber, bir karıncanın bilgeliğiyle ulaşıyor bana...
Nefsimin fısıltılarını ebediyen susmaya mahkum edip
gönlümün pencereleri açıyorum hayata ve ölüme...
Aşk penceresinden bakınca ikisi de engel olmuyorlar yolumda...
İşaret verip çekiliyorlar kenara...
Bir köprüden geçiyorum...Ötesi yok artık...
Başka bir iklim, başka bir rüya...Hakikatin kendisi olan bir rüya...
Su içiyorum bir çoban çeşmesinden.
Kıyısında bir nergis göz kırpıyor bana...
Evin balkonundaki sarmaşıkları hatırlıyorum.
Kuru bir ağaca sımsıkı sarılıp ona hayat veren sarmaşıkları...
Rüzgar, bir sır fısıldıyor söğüt ağacına...Duyuyorum.
Anlıyorum ki toprak aynı toprak, hava aynı hava...
Hiç değişmediler. Nasılsalar öyle kaldılar.
Değiştiklerini sanan bizdik.
Ağacı ağaç, toprağı toprak sanıp ötesini görmeyen bizdik.
Şimdi gecenin içinde karanlığın ta orta yerinde sabah konuşuyor.
Her şey konuşuyor.
Ama söyledikleri yalnızca bir kelime...
Can kulağımı veriyorum onlara...
Uysal bir menekşe oluyorum toprakta...
Ne hayat ne ölüm, aşkı söylüyor dilim.

*
Ey ağaçtan yere düşen yaprak...
Geldiğin yer topraktı yine ona döndün...
Varlık çıktı, gölge kayboldu. Çöl, susuz; ağaçlar yapraksız değil.
Kuş, kafesini kırıp dallarına konuyor. Şahidi benim.
Biliyorum ki akşamın indiği yerde karanlık yok.
Perdeyi aç. Güneş doğdu, sabah oldu.
Ne olduysa işte orda oldu. Aşkın kapısında, gördün ki kelimeler hayat buldu.
Ölen yokmuş aslında...Âşıklar ölmez imiş.
Şimdi önünde durduğun kaya, bir ayna...Neler gösteriyor, neler söylüyor sana...
Seni buldum, gittin sanmıştım gitmemişsin. Giden benmişim.
Ey aşkın Sultanı! Senden güzel ne var ki?
Ateşe mi atacaklarsa atsınlar, suda boğacaklarsa boğsunlar...
Kardeşim Yusuf gibi kuyulara atsınlar, sonra çıkarıp köle diye satsınlar...
Onların ki bir rüya, bir hayal...
Sen, neredeysen ben oradayım.
Senin olduğun yerde ne korku, ne keder...
Yeter ki çağır beni...Sen, çağırmazsan ben gelemem.
Yoldayım ama sen tutmazsan elimden ben yürüyemem.
Sen, izin vermezsen hiçbir söz diyemez dilim.
Gözüm görmez, işitmez kulağım.
Hicranınla ateşler içinde yanar yanar da kül olurum.
Külüme yine sen can verirsin.
Sen dilersen açılır kapın.
Bana kader burcundan bir inayet gönder.
Bana bir tebessüm bağışla... Yolun sonu o tebessümdedir çünkü...
Sen gelirsen kalbim saray, sen gelmezsen ölüm o zaman var.
Ben aşka talibim.
Aşk varsa ne hayat ne ölüm var.
Aşk varsa sen varsın.
Sen...


Mustafa Özçelik

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder