15 Şubat 2012 Çarşamba

Allah var gam yok

Seyre Devam Her insan bir ağrıyı meşk eder gücü kadar. Hangi ilaç merhem ki yaraya, kendi kadar? Bir ağrım vardı, sol yanımda… Yukarıdan aşağıya, boylu boyunca uzanmış da sanki bir şeyler söylemek ister gibi duruyordu, ısrarlı, kararlı… Bir an göz göze geldik, bakışları içimi acıttı. Pek mahzun baktı, pek bir tatlı… Dedim ki: “-Hayırlar ola, nereden geldin? Geldin de başımı taşıyacak hâlim kalmadı. Yaslayacak bir omuz aradım, onu da bulamadım… Zorladı beni gelişin. Git ki, uyuyayım…” Ben öyle, kendi kendime konuşurum sanırdım. Meğer bu ağrı, ses de verirmiş haberim yok! “-Ben, başka yerden gelmem ki…” dedi, “Yârin semtinden geldim. Bana git diyorsun; ama sen, bensiz yapamazsın. Yine de çok istersen, elbet çeker giderim; lâkin biliyorum ki, buna dayanamazsın. “ O “Yâr” deyince, fersiz kollarıma can geldi. Başladım yazmaya, sanki “sus” bitti, “ferman” geldi. “-Ey benim ağrım!.. Sana “benim” diyorum, çünkü sevdiğim biri bana böyle, cân-u gönülden sahiplenerek seslenince, kendimi iyi hissediyorum. Bil ki, bendesin, benimsin ve yalvarsalar vermem seni kimseye... Madem ki Allah seni bana yazmıştır, ben de hikmetini okumaya bakarım. Vazgeçtim yok, gitme! Sakın beni terk etme! Ey benim ağrım! Rahat ol, senden yana bir şikâyetim yok. En fazla soranlara, arz-ı hâl bâbından biraz bahseder, geçerim. Seni birileriyle paylaşmak bile ağır gelir, o kadar da mahremsin. Ortaya dökmem seni... Zira hem kıskanırım, hem utanırım. Sızılarım var ya, sızlanıp durmam onlardan yana... Gitsen, hasretin büyür içimde… Ve o hasret, pek ağırdır. Yine de merak etmiyor değilim. Bazıları beni, ulu bir dağ sanıyorlar. Yoksa sen de mi öyle zannedip de geldin? O vakit, işte gör ki, ben bir tümsekten başka bir şey değilim. Hatta bazen tersine döner, çukur olurum. Bu güne dek en çok, küçük bir tepe kadar büyüyebildim. Dağ diye, eften püften imtihanla yıkılmayana denir. Dağ dediğin, ardında güneşi de, ayı da gizler. Muazzamdır yani, yücedir.” “-Hayır.” dedi ağrı. “Seni dağ sanıp da gelmedim. Bilakis, nasıl da zayıf olduğunu biliyorum. Allah diledi ki, beni çekesin de güçlenesin. Sancılara dayanmayı, îcâbında âh edip ağlamayı, yardım dilenmeyi öğrenesin. Çaresiz kalmayan adam, kendini dağ sanıyor. Allah diledi ki, o Firavun kılıklılara benzemeye de, her an kendisine döne, el aça, emân dileyesin.” Ağrım böyle deyince, aklıma hâlim geldi… “-Ahh!..” dedim. “Her sabah aynaya baktığımda, bir âsî seyrediyorum. Sanıyorum ki, herkes güzel, herkes iyi, herkes has… Hele bir de, her nefeste “Hak! ” diyen kulları varmış ki Rabbimin, duydum da düştüğüm çukur derinleşti. Zirvelerin yanında, karşısında ya da uzağında, dibi görünmez bir çukura benziyorum. Ey benim ağrım! O vakit sen biraz dağılır gibi oluyorsun. O kadar küçülüyorum ki, sen de kayboluyorsun. İşte o dem, vur patlasın, çal oynasın! Gam insanı oynatır mı? Yâhû oynatmakla kalmıyor, karşısına geçip bir de oynuyor! Hem dönüyorum ortada şıkır şıkır, hem gözlerimden yağmur gibi yaş boşanıyor, şakır şakır… Evet, evet, aslında biraz biliyorum. Seni bana yollayan Yâr, hikmetsiz bir iş görmez. Her bir yer fıstığının kabuğuna, aynı sayıda çizgiyi koyan Allah, şu sol yanıma seni, boş yere yerleştirmez. Baktım ki, bütün fıstıkların kabuğunda on iki çizgi…. Üşenmedim, oturdum saydım, hepsi aynı. Şu seni bana gönderen Allah dedim, fıstığın kabuğunu bile rastgele yaratmamışken, hiç beni öyle başıboş bırakmış olabilir mi, elbette hayır! E madem ki benim böylesine sırlı bir sahibim var, o hâlde tasaya ne gerek? Elbet seni verdiği ânı da, alacağı ânı da, kesin tespit etmiştir. Bana düşen, o aralıkta tebessüm etmek… Diyorlar ki, yalandan nasıl gülünür? Yâhû, içinden gelmese bile tebessüm edersin. Zamanla yüz kasların bunu yapmaya öyle alışır ki, bir de bakarsın, için de bu tebessüme iştirâk eder olmuş. Hani, “Kur’ân’ı dinlerken, ağlayamıyorsanız da ağlar gibi yapın.” buyruluyor ya, işte onun gibi… Taklid zaman içinde tahkike dönüşüyormuş… Hani namazımız da, sadakamız da, orucumuz da, haccımız da hep taklit de, zamanla hakikatli olacak ya, onun gibi… Ey benim ağrım! Ben seninle hâlleşmeyi bir sevdim, bir sevdim ki, anlatamam. Kızıyorlar! Diyorlar ki, hep biz konuşuyoruz, sen susuyorsun. He vallâhi çok susuyorum! O kadar ki, ağzım dilim kuruyor bazı, sudan gayrısına selâm veresim gelmiyor. Ne yalan söyleyeyim, azığım da, suyum da sensin. Onlar beni suskun sanıyorlar ya, kenarda köşede hep seninle söyleşiyorum. E onlar duymuyorsa, benim bunda suçum ne? Arasıra: “-İlaaaç, ilaç!” diye inliyorlar. Sanıyorum ki, herkes bir ağızdan ilaç arıyor. Olmaz ki ama! Biraz da derdi sevin diyorum onlara. Dert ne yapsın? Sevilmemek zoruna gidiyor, daha da coşuyor! Sevin ki, dert sevinsin... Kendi gülsün, bizi de güldürsün. Yok, yookk! Sevmekten başka ilaç da yoook, milaç da yok! Herkes olduğu gibi sevilmeyi seviyor ya, iş sana geldi mi sevgili ağrı, hemen kesmek istiyorlar. Demiyorlar ki: “-Bunu da yaratan aynı Allah’tır…” Ben böyle söyleyince, ağrı minnetle baktı. Ve ekledi: “-Doğru dedin, hâlbuki benim de bir canım var. Üstelik gizli saklı, nice faydam, işim var. Feyz almak dileyene, koca «âlem» hep sebep... Okumayı bilene, her bir şey zaten kitap… Allah beni, gözleri açık kula lutfetsin. Vallâhi gâfil kulun sesi pek bir kaba çıkıyor.” İşte o an anladım ki, ağrı bile kendince bir duâda. Anladım ki, o bile, seveni aramada… Baktım, o da ben gibi, temelli rahatladım. Az biraz dinlemiştim, konuşmaya başladım. Dedim ki: “-Ey benim ağrım! Yeterince tekrarlanmayan talep, kabul görmüyor. Yeteri nedir, ne kadardır, onu da bir tek Allah biliyor. Bilmek, dedim de aklıma geldi: Geçenlerde biri bana, hâlin nice diye sordu. Dedim hamd ediyorum, beterin beteri var. Bana şer görünür ya, Rabbimin sırları var. Söylemem, zira hayır, kaldıramazsın onu, hatta tutsan yanarsın, verirsem ip ucunu. Kimi kulda ağırsın, kimi kullarda hafif. Seni dahî, omza göre vermiş o “adli nahif…” İstidat herkeste var, fakat miktarı başka... Ortaya çıkabileceği uygun zemini özler herkes, sabırla, aşkla... O zemini bulunca da atar kendini sahneye, hünerini sergiler. Hepimiz zemini özlüyoruz, sanırım, içimizdeki cevher, sahne alacağı günü bekler. Ey benim ağrım! Geçenlerde pek üzülmüştüm. Diyeceksin ki, derdin neydi? Ne olacak, nicedir uğramıyordum yârin semtine, o da beni hiç sormaz olmuştu. “-Acep bu yâr beni niye sormuyor? Daha dişi yeni çıkmış bebeleri bile soruyor da geldi mi diye, beni, niye sormuyor?” Pek içlendim, pek dertlendim. Sonra uyandım da anladım ki, kişi bilmediğini sorar. Bildiğini niye sorsun? O Yâr, beni, ben onun huzurunda değilken de seyrediyor zaten... Neredeyim, ne yaparım benden iyi biliyor, daha niye sorsun?! Böyle düşüne dura, bir de baktım karşımda… “-Nasılsın?” diye sordu. Dedim: “-Siz bilirsiniz…” Nedense gülüp durdu, dedi: “-Estağfirullah!” Sanki o bilmiyorsa, ben nereden bileyim! O bile bilmiyorsa, âh ben nasıl bileyim... Âh bu mâşuk milleti, pek bir garip be ağrım… Ama anladım ki, insan bazen bildiğini de sorarmış. Niye? Yâhû niye olacak, muhabbet olsun, diye… Sohbet olsun diye… Ve bir daha duymak için sesini… Hani âşık da mâşukunun her bir hâline âşık ya, böyle yapıyor işte, nazını, cilvesini… Ey benim ağrım! Bazı âşıklar da var ki: “-Aşk benim bağrımda ancak kirlenir.” diyorlar. Fakat yanılıyorlar. Vallâhi o aşk, eğer onların bağrındaysa, ki öyle söylüyorlar, daha onlar aşkı kirletemezler; fakat aşk onları yunar yıkar… Konuşmaya dalmışken, ağrım araya girdi: “-Sancım diline vurdu, konuştun da konuştun! Müsaade et de gideyim.” dedi. Pek şaşırdım, dedim: “-Şeyy… Ağrı dediğin, acep hiç söyler mi böyle bir şey? Ben senden bıkacakken, sanki sen benden bıktın. Uykumu kaçırdın da, şimdi yola mı düştün? Rahatlık istiyorsan, elbet o da verilir; ama «Ben râzıyım, böyle esârete can kurban!» dersen, yok öyle serbestlik, rahatlık filan… Sabredip dinlemek var. Hem ben sana bağlanmış kalmışım, hiç bilmem ki ne ara?! Sensiz hayat artık zor, sızılar eğlencemdir. İnsan birine bağlandığı zaman, onun hasretiyle çoğunlukla dayak yemişe döner. Gitme. Özlemek ağırdır. Bir yandan kıymeti yoktur mesafelerin, hasrette vuslat yaşanır; ama bir diğer yandan, işte, bir değil, belki bin “ama”sı vardır… Ömrüm, gidenlerin ardından seyre dalmakla geçiyor be ağrım! Bari sen gitme kal da, yalnızlık duymayayım.” “-Yâhû, gitme dersin; ama ben sancının kendisiyim! Canın derde mi susadı, de bırak, çekip gideyim!” Ağrı bana, ben ağrıya işte böyle dedik durduk. Çekip gitmedi de her ân, sevinçli hayaller kurduk. Tam anlaşmış, aramızdan su sızmıyor şükür, derken, birisi çıka geldi, sabahleyin pek de erken... Dedi: “-Sancınız varmış, merhem olmaya geldim.” Dedim: “-Allâhu ekber!.. İmtihana bak hele!” Ağrımı süzdüğüm gibi, adamı da süzdüm şöyle… Baktım o da pek içli ya, içli olmak yetmiyor. Bir icraat gerekli, gemi lafla gitmiyor! Başını taş altına koyamazsan, söz boşa! Yiğitlik dilde değil, meydanda gider hoşa! Dedim: “-Kimi merhem kılıklı hastalıktır, sen nesin? Bırakıp gideceksen, hiç harcama nefesin! Erkek isen gel, dedim, gel de boyun görelim! İlaç tabipten dilenir... Durma, varsa hünerin, hadi göster bilelim... Sen tabip oldu isen, biz de tâlip olalım... Ama ilaca değil... Sendeki cana... Zira tabip olmuşsan, âşık da olmuşsundur. Âşık değil isen git, zaten aldandık. Biz sahte merhemleri, sürdük de yandık! Baktık şifa olmuyor, yoluna saldık.” Sonra ne mi oldu? Baş başa verip ağrımla, manzarayı seyre daldık. Bir de baktım ki, her insan, bir ağrıyı meşk etmiş, gücü kadar… Ve hiçbir ilaç merhem değil, yaraya kendi kadar… En nihayet, hep imtihan… Seyre ve seyredilmeye devam… Vesselâm! Neslihan Nur Türk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder