30 Haziran 2012 Cumartesi

terazimiz gülden değil mi?




Terazimiz gülden mi değil mi? Çocuklarımızın,ülkemizin ve milletimizin geleceği buna bağlı...
Hemen, Ümmü Sinan’a ait,
Gül alırlar gül satarlar
Gülü gül ile tartarlar
Gülden terazi tutarlar
Çarşı pazarı güldür gül
dizelerini hatırladığınızı biliyorum.
O gül alıp gül satan, gülü gül ile tartan ve dahi gülden terazi tutan millet bizim milletimizdir ve şu yeryüzünde yaşadığımız topraklar bir incelikler adası haline gelmişse, gülden terazi tutanlar sayesinde gelmiştir.
Şayet, yeniden güle dönülecekse, bu, çarşısı pazarı gül inceliğinde, gül letafetinde olan şehirlerimizin sakinlerine bağışladığı o “iklim”in yeniden yaşanmasıyla olacaktır. O hayat tarzının tahakkuku ise gülden terazi tutma şartına bağlıdır ki, yalnızca milletimizin değil insanlığın bekası için de çıkış kapısı olan budur; gül ile kapanıp açılan kapılar...
Ayak bastığı toprakları çiçeklendiren, seraba yürüyen aşk kesilen o ince insanların bize bıraktıkları miras “şanlı” tanımıyla ve “tarih” soğukluğuyla ifade edilemeyecek kadar hayat doludur... Her dem tazelenen, sürgün veren, tomurcuklanan, açan ve “çevre”yi güzelleştiren bu gülden terazi tutma inceliği medeniyetimizin ne denli insan odaklı olduğunu da göstermektedir.
Medeniyetimiz için “su medeniyeti”, “sevgi medeniyeti”, “gözyaşı medeniyeti” tanımlarını kullananlara saygı duyarız, evvel Allah öyledir de, bu tasnife bir de “gül medeniyeti”ni eklemek icap edecektir ve sahiden bizim medeniyetimiz gül medeniyetidir.
Hemen ilk çağrışımın lale bahçelerine, yahut bir çiçek yetiştiriciliği olarak gülcülüğe kaymaması için söyleyelim ki, kastımız bunları da havi olmakla birlikte bu kadar dar ve sınırlı değildir. Mizacını, meşrebini, hayata bakışını gül ile kıyas eden, ölçüsü tartısı gül olan başka bir millet aransa bulunacak olan her şeye rağmen yine bizim milletimiz olacaktır.
En basitinden, kız çocuklarına bu kadar çok “güllü” isim veren başka bir millet çırayla aransa bile maalesef bulunacak değildir. Lügate filan bakmadan, hemen aklımıza gelen, “Güllü”, “Gülşen”, “Gülnur”, “Gülsu”, “Gülseda”, “Gülşah”, “Gülendam”, “Gülfiadan”, “Gülefşan”, “Gülten”, “Gülay”, “Gülbeyaz”, “Gülçin”, “Gülben” “Gülgün”… isimleri bile, bütünüyle, rahmetli Nihat Sami Banarlı’ya Sivas kırsalında çocuklarına “güllü” isimler veren annenin derin hassasiyetini yansıtmaktadır. Bu ayrı bir yazı konusudur ve günü geldiğinde yazılacaktır lakin milletimizin derin bilincini yansıtmak açısından zikretmeye değer.
Atını gül ağacına bağlayan “türkü”deki yakıcının bize sunduğu lirik acı da, minyatür ustasının gül bahçesine çevirdiği “resim” de nihayetinde terazimizin hâlâ gülden olduğunun farklı göstergeleridir. Uğurlaması bile “gül”ü çağrıştıran bu millet, inceliğini yeniden fark ettiği takdirde, şu karabasanlarla kıvranan yeryüzünde, insanlık için bir ümit kapısını aralamış olacaktır.
Konuyu çok açılmış gül gibi dağıtmadan yinelemek gerekirse, çocuklarımızın, ülkemizin ve milletimizin geleceğinin terazimizin gülden olup olmadığıyla yakından alakalı olduğunu söylemek fazlalık olmayacaktır.

Kâbe’yi gülsuyuyla yıkayan, ona ve ona yönelenlere hizmeti aşk derecesinde hisseden ve insanlığın istikbali ve istiklali için deli divane olan bir milletin evlatları olarak elimizde gülden bir terazi taşımaya mecbur ve mahkûmuz...
Doğrusu aşktan anladığımız da budur...
"KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR ''
Mehmet Berat IRMAK /Semerkand Dergisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder