30 Haziran 2012 Cumartesi

Ben aşkın gölgesindeyim...



"...kapandığım bu makamda acizim, fakirim garibim ah biçareyim
ve adı bilinmez daha ne hallerdeyim
Bildiğim o ki güvendeyim kimseliyim, huzurda bulunmanın kafiliğindeyim
Ben aşkın gölgesindeyim!"
Nesrin Çaylı




Allah senden bir şeyi aldıysa...



Allah, eğer senden, kaybetmeyi hiç beklemediğin bir şeyi aldıysa,
Sahip olmayı tasavvur dahi edemeyeceğin bir şeyi verecektir.

Şeyh Mütevelli Sa'ravi -Allah O'na rahmet etsin-

kalp ve öz nasıl arınır?



Kalb ve öz nasıl arınır?

Kalb ve özün arınması şu şekilde tahakkuk eder:
a)ilim öğrenmekle
b)öğrenilen ilimle amel etmekle
c)amellerde ihlaslı olmakla
d)izzet ve celal sahibi Allah'ı aramakta samimi olmakla.
fethurrabbani s.109

terazimiz gülden değil mi?




Terazimiz gülden mi değil mi? Çocuklarımızın,ülkemizin ve milletimizin geleceği buna bağlı...
Hemen, Ümmü Sinan’a ait,
Gül alırlar gül satarlar
Gülü gül ile tartarlar
Gülden terazi tutarlar
Çarşı pazarı güldür gül
dizelerini hatırladığınızı biliyorum.
O gül alıp gül satan, gülü gül ile tartan ve dahi gülden terazi tutan millet bizim milletimizdir ve şu yeryüzünde yaşadığımız topraklar bir incelikler adası haline gelmişse, gülden terazi tutanlar sayesinde gelmiştir.
Şayet, yeniden güle dönülecekse, bu, çarşısı pazarı gül inceliğinde, gül letafetinde olan şehirlerimizin sakinlerine bağışladığı o “iklim”in yeniden yaşanmasıyla olacaktır. O hayat tarzının tahakkuku ise gülden terazi tutma şartına bağlıdır ki, yalnızca milletimizin değil insanlığın bekası için de çıkış kapısı olan budur; gül ile kapanıp açılan kapılar...
Ayak bastığı toprakları çiçeklendiren, seraba yürüyen aşk kesilen o ince insanların bize bıraktıkları miras “şanlı” tanımıyla ve “tarih” soğukluğuyla ifade edilemeyecek kadar hayat doludur... Her dem tazelenen, sürgün veren, tomurcuklanan, açan ve “çevre”yi güzelleştiren bu gülden terazi tutma inceliği medeniyetimizin ne denli insan odaklı olduğunu da göstermektedir.
Medeniyetimiz için “su medeniyeti”, “sevgi medeniyeti”, “gözyaşı medeniyeti” tanımlarını kullananlara saygı duyarız, evvel Allah öyledir de, bu tasnife bir de “gül medeniyeti”ni eklemek icap edecektir ve sahiden bizim medeniyetimiz gül medeniyetidir.
Hemen ilk çağrışımın lale bahçelerine, yahut bir çiçek yetiştiriciliği olarak gülcülüğe kaymaması için söyleyelim ki, kastımız bunları da havi olmakla birlikte bu kadar dar ve sınırlı değildir. Mizacını, meşrebini, hayata bakışını gül ile kıyas eden, ölçüsü tartısı gül olan başka bir millet aransa bulunacak olan her şeye rağmen yine bizim milletimiz olacaktır.
En basitinden, kız çocuklarına bu kadar çok “güllü” isim veren başka bir millet çırayla aransa bile maalesef bulunacak değildir. Lügate filan bakmadan, hemen aklımıza gelen, “Güllü”, “Gülşen”, “Gülnur”, “Gülsu”, “Gülseda”, “Gülşah”, “Gülendam”, “Gülfiadan”, “Gülefşan”, “Gülten”, “Gülay”, “Gülbeyaz”, “Gülçin”, “Gülben” “Gülgün”… isimleri bile, bütünüyle, rahmetli Nihat Sami Banarlı’ya Sivas kırsalında çocuklarına “güllü” isimler veren annenin derin hassasiyetini yansıtmaktadır. Bu ayrı bir yazı konusudur ve günü geldiğinde yazılacaktır lakin milletimizin derin bilincini yansıtmak açısından zikretmeye değer.
Atını gül ağacına bağlayan “türkü”deki yakıcının bize sunduğu lirik acı da, minyatür ustasının gül bahçesine çevirdiği “resim” de nihayetinde terazimizin hâlâ gülden olduğunun farklı göstergeleridir. Uğurlaması bile “gül”ü çağrıştıran bu millet, inceliğini yeniden fark ettiği takdirde, şu karabasanlarla kıvranan yeryüzünde, insanlık için bir ümit kapısını aralamış olacaktır.
Konuyu çok açılmış gül gibi dağıtmadan yinelemek gerekirse, çocuklarımızın, ülkemizin ve milletimizin geleceğinin terazimizin gülden olup olmadığıyla yakından alakalı olduğunu söylemek fazlalık olmayacaktır.

Kâbe’yi gülsuyuyla yıkayan, ona ve ona yönelenlere hizmeti aşk derecesinde hisseden ve insanlığın istikbali ve istiklali için deli divane olan bir milletin evlatları olarak elimizde gülden bir terazi taşımaya mecbur ve mahkûmuz...
Doğrusu aşktan anladığımız da budur...
"KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR ''
Mehmet Berat IRMAK /Semerkand Dergisi

28 Haziran 2012 Perşembe

cumamız hayırlar getirsin inşAllah...


Ya rab!sen ki bütün alemi çevirensin .Senden en büyük arzumuz ,bizden razı ol.Razı olacağın ef'al,akval ve ahvale bizi sevk eyle.Başımıza aklı müstakim ,kalbimize imanı kamil ,vucudumuzada sıhhat ve afiyet ver ki,başta nefsimizi ıslah ve irşad edelim .Daha sonra alemi islamiyet ve insaniyet içinde şu hakikatlerin neşrine muaffak olalım .Bunun için bize güç ver.Yardımını bizden eksik etme.
Amin..
yirmi dördüncü mektup şerh s.174

27 Haziran 2012 Çarşamba

26 Haziran 2012 Salı

elleme benim yarama...


Ey dost! Elleme benim yarama. ..
Yaram acır, kalemim inler..
İniltilerin kağıda düşmesidir benim yazdıklarım...
Sait Çamlıca

yaklaşıyor fatiha...




Yıllar tesbih taneleri azizim, çektikçe yaklaşıyor fatiha...
Sait Çamlıca

25 Haziran 2012 Pazartesi

ölülerin nasihatı


İdrak kulağından gaflet pamuğunu çıkarmalısın ki,
ölülerin nasihatını duyabilesin.

Sadi Şirazi

Merhamet...



Merhamet;
En temiz Muhabbettir!

Hasan Yetimoğlu

Sonradan öğrendim.



ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim"

rehgüzar

24 Haziran 2012 Pazar

Yaşamak nedir?


Yaşamak nedir?
Nedir yaşamak?
Canının yandığını hissetmek mi?
O zaman çokça yaşıyoruz
Çokça..

Mehmet DEVECİ

olurda bir namaz sonrası bulur mu ?

Olurda bir namaz sonrası bulur mu beni ölüm ?
En elzem anımda en ihlaslı halimle….Affıma vesile olur mu kendimce nasuh saydıgım tevbelerim şükrünü eda edemeden kıldıgım huşusu mechul secdelerim….Unutuklarımı unutmamasına karşın kalbimdekileri en iyi bilen Rabbim kurtuluşumu bir namaz sonrası titreyen yüreğime ve günahkar dilimden dökülemeyen uzun hecelere gizler mi…?
Ve…..
Bir cuma sonrası bulur mu beni ölüm…?
En elzem anımda en aşk dolu halimle….Tüm noksanlıklarımı görengörmeyi beceremediklerimi bilen Rabbim Er - Rahman ismiyle muamele edip bağışlar mı cehennem misali dünya hayatımı…Sonsuz affedici merhamet ve kerem sahibi O!..Geri çevirir mi kapısına boynu bükük geleni…?
Ve….
Ellerim semada bulur mu beni ölüm…?
En elzem anımda en pişman halimle….Dünyayı kendine zindan bilemeyen kalbim atar mı son kez seccadem üstünde…Veda edemediğim hayallerime bir el sallayacak vakti verir mi ecelim bana ve hızına yetişememe ragmen nasıl gectiğinide anlamadığım zaman son dakikalarını kurban eder mi benim ölümüme…?
Ve…
Bir istanbul akşamı bulur mu beni ölüm….?
Namaza durmuşken tüm azalarım sonlanır mı sonu gelmeyen isteklerimşikayetlerim…Yüzüm kıbleye dönükkapanır mı gözlerim…Ahirete dair düşlerim…O’nu anlatamayan kelimelerim….Gercekleştirilmeyi bekleyen amellerim küskünken bana ve gönlüm hasretken bahara daha kaç kez yağmurda ıslanırdaha kaç sonbaharda sonu bekler yüreğim…?
Ve…
Medine yollarında bulur mu beni ölüm….?
En elzem anımdaen özlem dolu halimle…Huzuruna cıkmaya yokken yüzüm ve şefaatine muhtaclığım olsada hüznüm… boş yaşanmışlıklar yakarken içimikavrulur mu tüm günahlarım yüreğimdeki ateşte!.Tüm yoldaşlarımla yollarımı ayıran hayatla bağımı koparan Rabbim yanışlarımı gözyaşlarımı Rahmet yağmurlarına dönüştürür mü o büyük gün…?
Ve….
Hayırla sonlanan yaşamlar durağında bulur mu beni ölüm….?
Zaman atım bu durağa vardığında arkamda bıraktıklarım ağlar mı ardımdan….Ellerimbedenimsahiplenmişliklerim şahidim olurken kaçamadıklarım sığdıramadıklarımdüşünemediklerim defterimin yönünü degiştirir mi ?Binlerce soruyla savaşırken beynim ve ”ölüm var” demeye alışkınken dilim bir tebessümle sonlanır mı dünya hayatım…huzur ikliminin tadına varıp dolar mı sevniçle yüreğim….
Ve…
Evet…
Bir gün benide bulacak ölüm…belki en elzem anımda belki en ummadığım anda…”inna lillahi ve inna ileyhi raciun” benim arkamdan söylenecek bir gün…işitemediğim sela benim ölümümü duyuracak…Güneş bensiz bir sabaha doğacakrüzgar benim olmadığım kentte esecekhissetmiyecek tabiat yokluğumubensiz gececek her gün…Ruhum fatihalar arayacakhatırlanmak isteyecek….ölüm beni de bulacak bir gün….O dem ki perdeler kalkar perdeler iner…azraile hoşgeldin diyebilmektir hüner….Ölüm güzel şey budur perde ardından haber güzel olmasaydı hiç ölür müydü peygamber(s.a.v.)…(N.f.k) üstadın sözleri gibi korkusuzca bekleyecekmiyim ölümü….?amellerim yetecek mi istedigim başlangıclara….Özlemişken…cok özlemişken …ellerim uzanacak mı tertemiz baki hayatıma……
Beklenen gün üzerine kutsal saydıgım Çilem!
Yetişecek misin imdadıma…?
Bil işte ne umutlar bağladım benliğimden gecipte geldim ben sana….!
Bu fanide göz yumduğum gun
Bilirim sonum o gün
Gözüm yoktur bakmaya Ya Rab
Dilim yoktur anlatmaya Ya Rab
Sen bağışlayan sen merhamet olansın
Ne olur Bizi de al cennetine..
Cennetin Firdevisine İnşaallah
iktibas

dostun attığı gül


Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.”
(Uhuvvet Risalesi, s. 74
Hallac-ı Mansur, cezbe ve sekir halinde söylediği ve mazur bulunduğu Ene’l-Hak cümlesi yüzünden idama mahkûm edilir. Onu asılacağı meydana getirdiklerinde etrafta mahşerî bir kalabalık vardır. Hallac-ı Mansur darağacını görünce güler ve kalabalık arasında gördüğü dostu Şibli’den seccade isteyerek iki rek’at namaz kılar. Ardından şöyle duâ eder: “Allah’ım burada senin dinin uğruna gayrete düşüp beni öldürmek için toplananların suçlarını affet.”
Bu esnada kalabalık içinden özellikle düşmanları, fırsat bu fırsat diye Hallac-ı Mansur’a taşlar atarlar. Hallac-ı Mansur bunlara ah bile demez hatta tebessüm eder, ama dostu Şibli ağlayarak kırmızı bir gül atınca Hallac-ı Mansur inler ve şöyle der: “Taş atanlar avam takımı, bilmiyorlar, halden anlamazlar. Onların taşı bizi incitmez ama halden anlayan bir dostun attığı gül bile bizi incitti, canımızı acıttı.”
İnsan hayata daha çok dostlarıyla, sevdikleriyle tutunur. Sevinçlerini onlarla paylaşarak arttırırken, acılarını hüzünlerini yine onlarla paylaşarak azaltır. Kişi, tanımadığı kimselerden bir kötülük, bir haksızlık gördüğünde çok incinmez, en azından hayal kırıklığına uğramaz ama dostundan gördüğü küçük bir eziyete bile katlanması çok zor olur. Başkalarının, hakkında yanlış düşünmeleri insanı fazla üzmez, yıpratmaz; ama sevdiği birisi, hakkında yanlış düşünürse, zarar verecek bir davranışta bulunursa işte bu insanı üzer, incitir. O kişi sıradan biri değildir çünkü, belki en zor günlerinde yanında olmasını beklediği insandır. Her şartta desteğini umduğu, hayatta en çok güvendiği kimselerden biridir. Hani Temel deniz kenarında yürürken elinde bir yılan taşıyormuş. “Neden elinde yılan taşıyorsun?” diye sorulunca “Denize düşersem lâzım olabilir” cevabını vermiş… İşte dostluk, denize düştüğümüzde yılana sarılmak zorunda kalmayışımızdır. Elimizden tutup bizi çıkaracak birisini her zaman yanımızda bulabilmemizdir.
Dostun gönlü, dostuna karşı hassastır, çok şeyler bekler ondan… Bu yüzden insan dostluk hukukuna çok dikkat etmelidir. Özellikle dostla hal ve harekete, konuşmaya özen göstermek gerekir. Çünkü bazı sözler, keskin kılıç gibidir, dostluğu keser, kalpte tedavisi zor yaralar açar, kalpteki muhabbet çiçeklerini kurutur. Bazen yerinde olmayan gereksiz bir istek, küçük bir tavır veya söz bile, çok büyük mutlulukların elden kaçırılmasına sebep olur.
Dostluk, fedakârlık ve emek ister. Her şeyi karşısındaki insandan bekleyerek elde edilemez hakikî dostluklar. Dostluk; mutluluk, üzüntü, hastalık, sağlık, darlık ve bollukta dostunun yanında olabilmektir. Marifet iyi gün dostu olmak değildir. Sadece iyi gününde yanında olmak dostluk da değildir zaten. Sahte dostluktur olsa olsa. Günümüzde ahlâkî bozulmanın etkisi dostluklarda da gösteriyor kendisini maalesef. Artık menfaat hesapları ortaya girince dostlar birbirlerine taş atmaktan bile çekinmiyorlar. Ve nice pırlanta yürekli insanlar, çok önemsiz basit dünyevî meseleler uğruna birbirlerinden ayrı düşüyorlar.
Bediüzzaman, kendisine en ağır haksızlıkları yapan insanlara bile bedduâ etmeyecek ve onların imanlarını kurtarmaları için duâ edebilecek seviyede gönlü büyük bir insandır. Böyle bir insanın eserlerini okuyanlar, günümüzde en ufak meseleleri gurur meselesi yaparak, amel cihetiyle bir nevî ortaklıkları da bulunan kardeşlerine küsebilirler mi, küsmeye hakları var mıdır?
Evet, insan dostun attığı gülden bile incinir ama Uhuvvet Risâlesi gibi bir reçeteye sahip olanlar, kardeşi kendisine gül değil taş bile atsa, o kardeşine karşı adavet beslemez, beslememeli. Kendisine düşmanlık edenlerin, hatta kendisini zindana atanların bile ıslâhı için duâ eden ve onlara acıyan bir Üstad’ın yolundan gidenler, her ne kadar ummadıkları bir şekilde dostları veya kardeşleri tarafından haksızlığa uğrasalar da, onlara gücenmeye hakları olabilir mi? Mesleği haliliye, meşrebi hıllet olanlar, birbirleri için ‘en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş’ olmak zorundadırlar. ‘Bizler muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur’ diyen Bediüzzaman’a talebe olma arzusunda bulunanlara yakışan şey, gerçekten muhabbet fedaisi olabilmektir. Ve marifet, Uhuvvet Risâlesi’ni başkaları için değil, insanın kendisi için okuyabilmesidir. Zira uhuvvet anlayışında küsmenin yeri yoktur. Bazen içten bir tebessüm, bazen bir selâm, bazen bir ses bile dostun gönlünde sevgi çiçeklerinin yeşermesini sağlayabilir. Zaten, ne hayat birilerine adavet edecek kadar uzundur, ne de dünyevî meseleler birilerine adavet edecek kadar önemlidir… Hafız-ı Şirazî’nin de dediği gibi, ‘Dünya öyle bir metâ değil ki, bir nizâa değsin.’
Hayatımızda kaç tane güzel dostumuz var acaba? Ya da tersinden soracak olursak, şu kısa hayatta kaç kişi için gerçekten güzel bir dost, güzel bir kardeş olabildik? Dostlarımıza, kardeşlerimize karşı hareketlerimize çok dikkat edelim ve kalplerini kırdıysak hemen özür dilemeyi de asla ihmal etmeyelim. Çünkü yarın özür dilemek için çok geç olabilir.
Ne mutlu İhlâs ve Uhuvvet anlayışının gereğini yerine getirebilenlere… Ne mutlu şu kısa hayatta en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olabilenlere…
Hasan Yükselten 

güller rüyalardada kokarmış



Yürüyordum ama nereye gittiğimi bilmeyerek yürüyordum. Ayaklarım beni nereye götürüyorsa gidiyordum. Çok heyecanlıydım alnım boncuk boncuk terlemişti kalbim küçük bir kuş gibi çırpınıyordu. Allah'ım neydi bu heyecan!

Mekke sokakları beni adeta yutmuştu. Ve bir sokağın girişinde durdum. Aman Allah'ım bu ne güzel bir kokuydu durdum bu kokuyu içime çektim ve tekrar başladım yürümeye ve bu sokakta bir gül bahçesinin olduğuna kanaat etmiştim. Koku gittikçe yoğunlaşıyor ve güzelleşiyordu. Ama sokakta tek gül bile yoktu.

Arıyordum gözlerim ortalarda sadece bir gül görmek istiyordu. Bu eşsiz güzellikteki kokunun kaynağını arıyordu. Ve bir ara fark ettim ki koku nereden geliyorsa o tarafa yöneliyordum.

Kendimi ölecek gibi hissediyordum. Neydi bu yoksa cennete mi gidiyordum. Ama cennete gidemezdim ki; belki de buraya geldiğim; Beyt-ullah'ı ziyaret ettiğim için Allah-u Teâlâ günahlarımı affetmiştir diye düşünürken. Küçük bir evin kapısında olduğumu fark ettim. Çok da acıkmıştım;

Girmeyi düşündüm. Zaten Mekke insanları çok anlayışlı misafirperver ve cömertti. Onlara acıktığımı söyleyince bana kim bilir ne güzel yiyecekler getireceklerdir diye düşünürken kokuyu yine hissettim başım dönüyordu kalbim çok hızlı atıyordu ve bir an için kalbim durdu sandım ve heyecandan buz gibi olmuş elim kapıya gitti ve kapıyı çaldım. Kapı açıldı ve koku evin içinden dışına daha yoğun ve daha güzel bir şekilde saçıldı. Kapıyı açan hanım çok tatlı bir simaya sahip olan beyaz bir elbise ve eşarp içerisinde bir inciyi anımsatıyordu. Yüzü aslında küçüktü sanki ben yaşlardaydı. Ama giysisi onu çok büyük ve olgun gösteriyordu.

-" Buyurun." dedi.

Ve içeri girdim. Ev çok küçüktü yerde birkaç minder vardı saatin altıyı göstermesi beni çok şaşırtmıştı. Sabahın altısında neydi beni buraya sürükleyen neydi?

-"kusura bakmayın sizi bu saatte rahatsız ettim." dedim ve heyecandan olsa gerek selam vermek daha yeni aklıma gelmişti.

-" Esselamu aleykum." Bayan heyecanımı anlamış olmalı

-" çok yorgun ve heyecanlı görünüyorsunuz." dedi.

-" Evet "dedim.

Ve titremeye başladım çünkü tam o sırada kapı tıktıklandı ve hanımefendinin buyur etmesiyle içeriye uzuna yakın orta boylu iri kemikli yakışıklı biri girdi. Artık kalbim hiç atmıyordu. Heyecanlanmıştım ve titriyordum teni kırmızıya çalan beyazdı kirpikleri siyah ve uzun gözleri kara ve büyükçeydi. Sakalı sıktı ama uzun değildi. Kaşları hilal gibi alnı yüksek burnu çekme boynu uzundu. Ve içeriye girdiğinde selam verdiğini şu anda yeni hatırlıyordum.

-"Aleykumselam" dedim ama galiba selam vereli beş dakika geçtiğinden şaşkın bir tavırla tebessüm etti.
Bir müddet sonra bu beyin Allah Resulu Hz. Muhammed (s.a.v.)(s.a.v) olduğunu öğrendim. Ve o hanımın da Hz. Aişe validemiz olduğunu anladım. Bir müddet sohbet ettik O benim karşımda oturuyordu sürekli tebessüm ediyordu ve Aişe validemiz aç olduğumu anlamış olacak mutfağa gitti. Ben de peygamberimiz(s.a.v) ile sohbet etmeye başladım. Adımı sordu. Heyecandan adımı bile unutmuştum. Çok utanmıştım yemek yedik ama ben çok açtım ve bana büyük bir sofra kurulmasını hayal ederken bir hurma ve bir bardak zemzem gelince çok şaşırmıştım. Tuhaf ama doymuştum. Zaten peygamberimiz(s.a.v) 'in yanında bulunmak aynı yerde nefes almak vermek insan huzur ve güven veriyordu.

Efendimizle otururken bir ses...
Allah-u Ekber Allah-u Ekber...

Ezan sanki bir şehrin ufuklarında yankılandığında bizi kâbenin eteklerine sürüklemişti. Ezanın sesten örtülü bir Kabe olduğunu burada fark etmiştim. Ezan varlığın üzerinde bir kudret gölgesiymiş de fark edememişim. Bir uyarı bin uyanış


Gözlerimi açtığımda kendimi Mescid_i Nebevi de bulmuştum.

Yanımda peygamberimizi bulamayınca ağlamaya başlamıştım meğer hepsi rüyaymış diyerek ağlıyordum ki peygamberimiz uzaktan bir ay parçası gibi parladı. Koşarak yanına gittim ve sarıldım ona sonra aklım başına gelince tövbe tövbe diyerek utandım ama tutamamıştım kendimi.

Sonra abdest almaya gittim burada her şey daha farklıydı. Abdest almaya niyetleniyorsun. kalbini sevgililer sevgilisine (s.a.s) 'ın kalbine yanaşıyorsun. Suların yoluna akarak paklandığı sevgilinin(s.a.s) pek niyetine dudağını değdirerek rahmetle ıslanıyorsun. Ahh burada abdest almak hiç bitmese;

Sonra namaza başladım ama yanımda peygamberimiz(s.a.s) olunca namazda başka oluyor. Ebedi sükûnete hazırla kendini kalbini sonsuzluğa bitiştir ve alnını secdeye değdir. Peygamberimiz (s.a.s) dua etti ve onun ettiği duaya 'Amin' dedim


Onunla sokaklarda dolaşmak da ayrı bir güzellikti. Yanımda sürekli bir gül vardı. Hz. Ali Hz. Ebubekir Hz. Ömer Hz. Osman(r.a) hepsini görmüştüm hepsiyle tanışmıştım. Allah'ım bu ne güzel bir şeydi. Peygamberimizle çok güzel vakitlerimiz geçti. Beraber ikindi namazını da eda ettik. Ama imam peygamberimiz olunca ikindi namazı da ayrı oluyor. Hatırlıyorum da teravih namazlarında jet imamlar bizim için pek hoştu. Ama peygamberimizle namaz yavaş ve sükûnetle kılınıyor. Zamanın hükmü ağırlaşıyor üzerinde gün daha kısa geliyor artık. "Yemin olsun ki ikindi vaktine hüsrandadır insan." Ayetini daha yeni anlıyorum. Çünkü insan ikindi vaktinde zaman yokuş aşağı akıyor dalından kopuyor hoyrat bir rüzgâr oluyor artık zaman. Geriye kalan ancak İMAN.

Peygamberimizden ayrılmak çok zor olacak diye düşünürken geliyor ayrılma vakti ağlıyorum. Onsuz yaşayamayacağımı düşünüyorum " Allah'a emanet ol! " Deyişin hiç kulaklarımdan ve gözlerimden eksilmeyecek Ey Resul!

ONUNLA ŞEREFLENEN

HER TAŞ HER TOPRAK PARÇASINA SELAM OLSUN.

Esselamu aleykum ve rahmetullah ve barekatuhu ve daimen ve ebeden

***

Ve...

gözlerimi açtığımda yatağımdaydım ama terden her yerim ıslaktı. Hepsi rüyaymış ama gül kokusu hala daha kokuyordu.

Meğer güller rüyalarda da kokarmış
Zekiye Özsoy

 

Topallayan yürekler






Topallayan Yürekler

"Fiziki sakatlıklar hemen dikkatimizi çeker. Mesela topallayan bir bacağı asla gözden kaçırmayız, ancak topallayan yürekleri de asla fark etmeyiz! Herkese bir soru sormak istiyorum: Bir kör, sağır, ya da tekerlekli sandalyeye mahkûm bir engelli gördüğümüzde içimizden geçen ilk duygu nedir?.. Acırız... İçin için "vah vah" çeker, "zavallı" gibisinden mırıldanırız.
Halbuki bizden beklenen "acıma" değil, "anlama." Fakat heyhat: Kendini anlamayan başkasını nasıl anlasın. Biz ne kendimizi anlıyoruz, ne de birbirimizi. Bu yüzden hayat gitgide anlamsızlaşıyor. Çünkü sadece zorluklarını, olumsuzluklarını, kirli yanlarını yaşıyoruz. Oysa hayatta bir sürü güzellik de var: Mesela güller açıyor, çocuklar gülümsüyor, yıldızlar göz kırpıyor, yağmur yağıyor, güneş doğuyor. Hayatın kışı ayrı, yazı ayrı güzel; denizin durgunu farklı, dalgalısı farklı güzel. Ancak bu güzellikleri fark edebilmek için görebilmek lazım. Şayet görmüyorsak, bir anlamda görme engelli sayılmaz mıyız? Kuşların rengi ve ahengi, uçuşu da, ötüşü de ayrıdır... Yazın ayrı, kışın ayrı öter kuşlar. Ama her sabah kuş orkestrasının ahenkli ritmiyle uyanmak sadece duymayı bilenlere mahsus bir imtiyazdır... Yazık ki çoğumuz kuşları duymuyoruz... Kuşları duymadığımız gibi, eşimizi ve çocuklarımızı da (dinlemiyoruz ki) duymuyoruz... Bir anlamda işitme engelli sayılmaz mıyız? Sevmekten korkuyoruz. Sevsek bile bunu saklıyoruz... Annemiz, babamız, eşimiz ve çocuklarımız onları ne kadar sevdiğimizi bilmiyorlar, çünkü sevgimizi söylemeyi zaaf sayıyoruz. Bir anlamda sevgi engelli sayılmaz mıyız? Sevdiklerimizin gönlünü alacak güzel sözler söylemiyoruz... Bir anlamda konuşma engelli sayılmaz mıyız? Elimizdeki güzelliklerle zenginlikleri fark etmediğimiz için, mutluluğu uzaklarda arıyoruz... Bir anlamda zeka engelli sayılmaz mıyız? Sevgilerimizle birlikte kızgınlıklarımızı, küskünlüklerimizi de saklıyor, duygularımızı salt kendi içimizde yaşıyoruz. Bunu izah için de "kol kırılır yen içinde kalır" diyoruz. (Kol kırılıp yen içinde kaldıkça, kemik yanlış kaynıyor, böylece bir uzvumuz daha çarpılıyor) Bir anlamda cesaret engelli sayılmaz mıyız? Farklı inanan, farklı düşünen, farklı giyinen, farklı yaşayan insanları kabullenemiyor, sosyal hayattan dışlamaya kalkışıyoruz... Bir anlamda saygı engelli sayılmaz mıyız? Ve hep yakınıyor, sadece şikâyet ediyoruz: Yani şükür engelliyiz! Bu anlamda engelli sayımız yedi buçuk milyon değil, belki de yetmiş buçuk milyon!.. Yaşamı idrak etmeden yaşayıp gidiyoruz işte!"

İKTİBAS

23 Haziran 2012 Cumartesi

unutmak...unutulmak...


Unutmak bir nâkısadır; amma bilene hayırdır.
Parça kumaşlardan dikilmiş yama yama elbise gibi eksikleriyle bütünlenen bizler için bütünde bir fırsattır unutmak; bazen failine, bazen mef'ûlüne…
Failine fırsattır; zira unutmak hatırlamaktır. Hatırlayan kimsedir ancak unuttuğunun farkına varan. Bir nedamettir, gözü yaşlı bir tevbe fırsatıdır bunun için unutmak.
Mef'ulü bakımından unutmak, yani “unutulmak” bastığınız çürük dalın farkına varmaktır. Bir kendine geliştir, bir şuur miracıdır unutulmak! Hazmedilmiş unutuluşlarımızla besleriz ruhlarımızı…
Ey unutanlar, ümit kesmeyin; Allah var…
Ey unutulanlar, kahretmeyin; Allah var…
Talha Hakan Alp

çıkış yolu



Çıkış Yolu

   Güzel bir sabırla açılır çıkış yolu,
   Allah'ın işlerinde gözettiği kimseler
   Görür kurtulduğunu.
   Dokunmaz hiçbir eza ,Allah'ı tasdik edene
   O'ndan kim ümid ederse
   Allah,ümid ettiği yerde.
İmam Şafii(ra)

22 Haziran 2012 Cuma

anlatılamayan...




Sufi,
Sanır mısın?
Aşk fizik, kimya gibi bir büyülü ilim...
Her diyarda anlatmak icin dokumuşlar farklı farklı kilim...
Saz,
Ben anlatırım demiş ama ağlatır benim telim...
Rüzgar,
Ben anlatırım demiş ama üşütür içini yelim..
Ben Anlatmayı denedim,
Kalem tuttu şevk ile elim...
Yüreğim susmadı şakıdı.
Amma
Dönmedi ne ağzım , ne de dilim..

Ahmet Kik
abheri'den

okumaya değer



Medine de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber aşığı bir kardeşimiz işin son günü sabah mesaisinde kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzere iken Rasulullah’ın Ravzasında elektrik çarpması sonucu vefat etti ve Cennetul Bakiye defnedildi. Tabii ailesi mecburen Türkiye’ye döndü. O zaman 7 yaşında olan oğlu bugün ortaokul öğrencisi. Kompozisyon dersi ödevi olarak bir makale yazmış ve birincilik almış.

BİR SENİ GÜNEŞİM, BİR BABAMI, BİRDE TERLİKLERİMİ BIRAKMIŞTIM GELDİĞİM YERDE

Bir ilkbahar gününde güller gibi kokan Medine'de dünyaya gözlerimi açmışım. Doğduğum hastane senin Ravzanın hemen yanı başında olduğu için, duyduğum ilk koku senin bahçenin gül kokuları olmuş. Babam gelip de daha kulağıma ezan okumadan, kulaklarım senin mescidinin ezan sesleriyle şereflenmiş. 40 günlük olduğumda ilk ziyaretimi de senin Hane-i Saadetine yapmışım. İlk adımlarımı senin Ravzandaki mermerlerinde atmış, ve Rabbimle ilk buluşmamı, ilk secdemi senin mescidinde yapmışım. Hemen hemen yaptığım her ilkte sen varsın.

Daha konuşmasını öğrenmeden seni sevmeyi öğrendim ben. Belki seni çok tanımazdım ama sanki bana çok çok yakınmışsın gibi severdim seni. Senin evini her ziyarete gelişimizde seni görmesek bile senin varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda hüzünlenirdik. Çocuklar evde sıkılınca babaları parka, eğlence yerlerine götürsün isterler. Biz Medine’de yaşadığımız sürece hiç babamızdan parka götürmesini istemedik. Bizim canımız sıkılmaz mıydı acaba hiç? Sanırım Medine’deki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı. Çünkü orada hiçbir yerde olmayan gül bahçesi ve bahçenin biricik efendisi vardı. Bizim vaktimizin çoğu o bahçede geçerdi. Senin bahçenin mermerlerine ayakkabı ile basamazdık. Yalınayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Kim bilir, korkardık belki de bahçenin güllerine basıvermekten. Yazın mermerler ayaklarımı yakardı. Olsun bu da bizim hoşumuza giderdi.

Babama sormuştum bir seferinde;
- Babacığım neden Medine bu kadar sıcak diye. Babam da;
- Evladım Medinede iki tane güneş varda ondan, derdi.
- Nasıl olur babacığım, güneş bir tane değil mi? derdim. Babam gülerek;
- Bak yavrum doğru, bütün dünyayı ısıtan bir güneş var ama bir de alemleri ısıtan ve aydınlatan güneş var. O güneş de Medine’de olunca sıcaklık iki kat oluyor. 
Babamın bu cevabı hoşuma giderdi ve ısınırdım. Gerçektende ayaklarımızı mermerler ısıtıyordu ama senin güneşinde, sıcaklığında içimizi ısıtıyordu.

Medine’den ayrıldığımızdan beri belki ayaklarımız ısınıyor ama içimiz bir türlü ısınamıyor. Çünkü güneşimizin en büyüğünü orada bırakmıştık. Ben güneşimi kaybetmiştim. Onun evine, bahçesine gidemiyordum artık. Gerçi ışığı ta buralarda bizi aydınlatıyordu ama içimi ısıtması için onun Ravzasında yalınayak koşmam lazımdı. Evet, bahçende yürürken ezanlar okunurdu. Öyle güzel okur ki Medine müezzini ezanı, sanki Bilali Habeşi okuyor sanırsınız. Namaz kılmak için Mescide koştururduk, bilir bilmez. Babamın yanında namaz kılardık. Büyük sütunların altından gelen soğuk havadan saçlarımızı savurturduk. Zemzem bardaklarından güller yapardık. Namaz kılarken yanımıza usulca bir kedi sokulurdu. Babam 'incitmeyin sakın, onlar Ebu Hüreyrenin kedileri' derdi, biz de inanırdık.

Senin Mescidine kediler de girebilirdi. Sen çok iyi bir ev sahibiydin çünkü. Çarşamba günleri hep Uhud'a giderdik. Senin çok sevdiğin amcanı ziyaret etmeye, o bizim de amcamızdı. Kardeşlerimle Ayneyn tepesine çıkar oradan Uhud’da yatan 70 şehide selam verirdik. Uhud dağına her baktığımızda sanki orada seni görür gibi olurduk. Uhud’da senin Ravzanın kokusu gibi gül kokardı. Orası da ayrı bir gül bahçesi idi sanki. İşte benim yedi senem ki en değerli en güzel yıllarım senin köyünde, senin gül bahçende, senin savaştığın yerlerde sanki yanımda sen varmışsın gibi seninle dopdolu geçti. Seni görmesem de seninle yaşamaya o kadar alışmıştım ki senin yanından ayrılırken sanki bir yanım, bir canım, bir parçam orada kalmıştı. Buraları bana gurbet oluverdi. Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim ama hep büyüyünce gidersin diyorlar.

Ben sırf senin yanına gelebilmek için büyümek istiyorum. Senin yanına geldiğim zaman büyümüş bile olsam bahçendeki mermerlerde yalınayak dolaşacağım. Tâki güneşin içimi ısıtana kadar. Senin hasretinden içim üşüyor. Belki hasretin herkesi yakar, beni de üşütüyor işte. Çünkü benim ruhum doğduğumdan beri senin sevginle ısınmaya alışkın. Senin sıcaklığına o kadar muhtacım ki. Ne olur ben sana gelemesem bile sen beni hiç bırakma. Işığınla gecelerimize nur ol. Sıcaklığınla bütün
zerrelerimizi ısıtıver.

Hani sana Medineyken komşuyduk ya, evlerimiz birbirine çok yakındı. Senin varlığın bize güven verirdi hep. Yine öyle ol, ara sıra da olsa evimizi şereflendiriver.
Hem benim adım Nebi, aynen seninki gibi. Bu ismi bana seni çok seven bir dostun koymuş. Diğer adım da Muhammed, yine senin gibi. Bu ismi de canım babacığım koymuş. Buraya gelirken senin köyünde bıraktığımız babacığım. Sana benzeyen bir yanım daha var. Ben de senin gibi babasız büyüyorum. Ben çok şanslıyım, sen bize asla yetimliğimizi hissettirmedin. Medine’den ayrıldığımızdan beri sanki sen hep yanı başımızdaymışsın gibi hissediyorum. Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum hep. Seni tanıdığım ve seni sevdiğim için Rabbime binlerce kez teşekkür ederim.

Babam senin köyünde kalmıştı. Biz babamın cenazesini gömerken ağabeyimin terlikleri babamın kabrine düştü ve orada kaldı. Ben o terlikleri çok kıskandım. Çünkü ağabeyimin terlikleri hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimizde bende kimse görmeden terliğimi babamın kabri üstüne gömüverdim. İşte şimdi benim terliğim de hep babamla kalacaktı.
Evet demiştim ya, bir güneşimi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride. Babam ve terliklerim hep oradaydı, gelemezlerdi. Ama güneşim hep yanımızdaydı. Yetimlerin efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakır mı?
Dünyanın bir ucuna gitmiş olsaydık bizi bırakmayacağını biliyordum. Gözümüz gönlümüz seninle aydınlanır efendim. Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır. Bir gün sana gelişim geç bile olsa bana, Gül bahçesinin mermerlerinde yalın ayak koşmak nasip et.

Tâki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun.
Terliklerimi bıraktığım o güzel mabet son durağım olsun...

Muhammed Nebi DOĞANAY
(abheri'den )

cumamız mubarek olsun


Ya Rabbi !
Senin takdir ve hükümlerinin bahsinde rızana uygun olmayan fiiller işlemekten ve seninle çekişmekten bizleri koru .Rahmetinden esen bir genişlikle sana karşı günah işlemekten bizleri muhafaza buyur .
.Amin
Fethurrabbani s.490

darul ferah




Cennette "Darul ferah" denilen bir eve ancak mu'minlerin yetimlerini sevindirenler girer Ravi: HzUkbe Ibni Amir (ra)

21 Haziran 2012 Perşembe

Onlar infakta yarışıyorlardı....


-ı Kiram, Resulullah (S.A.) Efendimizin terbiyesi altında yetişmiş, Kur’an iklimini hayatlarının bütün zerrelerinde yaşamış, insanlığın gördüğü en muhteşem nesildi.
Onların her hali Allah ve Resulü (S.A.) ne büyük bir mahviyetle teslimiyetten ibaretti.
Ashabın emsalsiz ahlakıyla ilgili hayrete düşürecek olaylar nakledilir.
İşte dünya malına tamah etmemek ve müslümanlara yardım konusunda bir kaç örnek.
Hz. Ebû Bekr (R.A.)’in, Medine’nin civarında Sünün mevkiinde bir hazinesi vardı. Bu, herkes tarafından biliniyordu. Fakat bu hazinenin bekçisi yoktu. Ebû Bekr (R.A.)’e:
- Ey Allah Resûlünün halifesi, hazinenin başına bir bekçi koymayacak mısın? dediler.
- Korkmaya lüzum yok, dedi.
- Niçin? diye sordular.
- Kilitlidir, dedi.
Hz. Ebû Bekr (R.A.), hazinesindeki bütün servetini hiç bir şey kalmamacasına dağıtıyordu. Şehrin civarından, şehrin içine taşındığında, hazinesini de getirdi ve oturduğu evin içine koydu. Kabel madenlerinden, Cüheyne madenlerinden çok miktarda mal geliyordu. Beni Süleym madeni de Ebû Bekr (R.A.)’in hilafeti devrinde çalışmaya başlamıştı. Onun da zekâtı getirildi. Bunlar, Beyt’ül-Mal’e konuyordu. Ebû Bekr (R.A.) bunları halka külçe külçe dağıtıyor ve yüz kişilik bir gruba bir külçe veriyordu. Bunu dağıtırken insanlar arasında hiçbir ayrım yapmıyordu. Hür, köle, erkek, kadın, küçük, büyük hepsine eşit olarak taksim ediyordu. Develer, atlar ve silahlar alıp onları Allah yolunda infâk ediyordu. Bir defasında çölden getirilen kadife kumaşları satın alıp, kışın Medine’li dul kadınlara dağıtmıştı. O vefât edip de defnedilince, Hz. Ömer (R.A.) ileri gelenleri çağırarak onlarla beraber Ebû Bekr’in hazine olarak kullandığı yere girdi. Hz. Ömer (R.A.)’in yanında Abdurrahman b. Avf, Osman b. Affan ve diğerleri (R.A.) vardı. Hazinenin kapısını açınca ne bir dinar, ne de bir dirhem bulabildiler. Sadece bir döküntü içinde tek bir dirhem bulabildiler. Ebû Bekr (R.A.)’e hayır ettiler.
Resûlüllah (S.A.V.) zamanında Medine’de mal ve mülkün miktarını tesbit eden memurlar vardı. Onlardan birine:
- Ebû Bekr’e gelen mal ne kadardı? diye sorulduğunda:
- İkiyüzbin dirhem, dedi.
***
Hz. Peygamber (S.A.) Efendimiz’in pak hanımları annelerimiz de bu hususta diğer sahabilerden geri kalmamıştır.
Hz. Aişe (R.A.)’ye yüz bin dirhem getirdiler. O da hepsini dağıttı. O gün oruçluydu.
- Kendine bir dirhem ayırsaydın da iftar etmek için et alsaydın, dediler.
- Hatırlatsaydım, ayırırdım, dedi.
Hz. Ömer (R.A.), Sevde (R.A.) ye bir torba dolusu gümüş para gönderdi. Sevde:
- Bu nedir? diye sorunca:
- Gümüş para, dediler.
- Hurma gibi bir torba dolusu! dedi ve hepsini dağıttı.
Berre binti Râfî rivayet ediyor:
Beyt’ül-Mâl’den dağıtılmak üzere maaşlar çıkınca, Hz. Ömer Zeyneb binti Cahş (R.A.)’a da hakkını gönderdi. Kendisine düşen hisse Zeyneb’e getirilince:
- Allah Ömer’i affetsin, kardeşlerim bunu benden daha iyi taksim ederlerdi, dedi.
- Bunu dağıtman için göndermedi. Hepsi senin, dediler.
- Allah Allah! Demek öyle .. dedi ve bir örtü alıp:
- Paraları şunun üzerine dökün, üzerini kapatın, dedi. Daha sonra bana dönerek:
- Elini sok. Bir avuç al ve filanlara götür. Sonra yine bir avuç al, falanlara götür, diye akrabalarını ve yetimleri saydı. Nihayet örtünün altında çok az bir miktar para kaldı. Berre, ona:
- Allah iyiliğini versin, yâ Ümm’el-Mü’minîn, bunda bizim de hakkımız var, dedi. Zeyneb de:
- Örtünün altındaki de sizin olsun, dedi. Baktık, örtünün altında seksenbeş dirhem kalmıştı. Daha sonra Zeyneb, ellerini semaya kaldırarak:
- Allah’ım, bu seneden sonra, Ömer’in göndereceği parayı almayı nasip etme, diye dua etti. Ve ertesi seneki parayı alamadan vefat etti.


ömür aldatıcıdır



İnsanın dünyaya gönlünde gerektiğinden fazla yer vermemesi, ömür denilen mühlete aldanmaması ve bu ömrün göz kırpması kadar kısa zamanda geçeceğini bilmesi lazımdır. Ne yazık ki insanoğlu bu mühlete aldanır.
-i kerimede buyuruluyor ki: “O gün her bir kimse kazandığı neyse, onun karşılığını görecektir.” Allah nefsine aladananlara mühlet verir ama onu ihmal etmez. Dünyanın alâyişi ve gösterişi kimseyi aldatmamalıdır. İtaat edenin de, isyan edenin de bir nasibi vardır. Ama ahirette üstünlük, nimetlere şükredip, ve taatta sebat eden, günahlardan sakınanlarındır.
Herbirimiz çeşitli günahlara daldığımız halde, bela ve musibetimizin gecikmesi veya ahirete bırakılması ile verilen mühlete aldanmamalıyız. Elbette Allahu Tealâ’nın isyan halinde bulunan kullarını helak etmeyerek mühlet vermesinin ve sebepleri var. Bu ve sebepler şunlardır:
* Allah’ın rahmetinin afv ve ihsanının büyüklüğü ile isyankârların tevbeye zaman bulmaları içindir.
* Taatta bulunanların, ibadet ve taatını artırması içindir.
* Muhabbette olanların kemâl bulması içindir.
Yani Allahu Tealâ sevdiği kullarına tövbekar olsun diye, gazap ettiği kullarına da ya isyandan vaz geçsinler ya da azabı, hesabı şiddetlensin diye mühlet verir.
Rab Tealâ Hazretleri ayet-i celilede bize beyan buyurmuştur ki: “Allah katında makbul olan , gaflet sebebiyle bir kötülük işleyip, sonra acele olarak yapılan tevbedir. İşte Allah böyle kimselerin tevbelerini kabul eder. Allah herşeyi bilendir, hikmet sahibidir.”
Bu ayeti acele tevbe etmenin önemini bildiriyor. Bugün, yarın tevbe ettim, ediyorum derken ölüm gelip çatar. Kimisi günahkâr, kimisi küfürle gider.
Tevbeyi geciktirmenin bu vahim sonucu da sonraki ayet-i celile de bildiriliyor: “Kötülükleri yapıp yapıp da ölüm gelip çatınca, ‘ben şimdi tövbe ettim’ diyenler ile kâfir olarak ölenler için kabul edilecek tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.”
Demek ki, bu kısacık dünya hayatını hiç bitmeyecek gibi görüp aldanmamalıyız. İbadet ve taatı, hele de tevbeyi asla tehir etmemeliyiz.
MEHMET ILDIRAR


İSTANBUL...




Gönlümüzdeki ve gözümüzdeki nefsimizden yayılan İS’lerimizden kurtulduğumuzda ;
Gece bitip TAN yeri ağaracak ve güneş tekrar doğmaya başlayacak…
Ve senin içinde kendimizi BUL’acağız…
Ve seni istanbul!

EY ALLAH'IN VE RESULU'NUN DÜŞMANLARI!



EY ALLAH'IN VE RESÜLUNUN DÜŞMANLARI!
 Ey Aziz ve Celil olan Allah'ın kullarının yolunu kesenler !Siz açık bir zulum açık bir ikiyüzlülük içindesiniz.Ey alimler!Ey zahidler!Bu ikiyüzlülük daha ne zamana kadar devam edecek.?Kendilerinden bir miktar dünyalık koparabilmek ,dünyevi ve şehevi zevklere nail olabilmek için sultanlara ,hükümdarlara ve devlet ileri gelenlerine daha ne kadar ikiyüzlülük edeceksiniz..Bu zmanda sizler ve devletin ileri gelenlerinin birçoğu Allah'ın malında mülkünde onun kurallarına zulmeden zalimler kıyanet eden hainlersiniz...
Allah'ım ikiyüzlülerin saltanatını yık.Bellerini kır.Onları rezil rüsva et.Yahut kendilerine tevbe nasib et .Zalimleri kahret.Yeryüzünü pnlardan temizle.Yahut hallerini ıslah et.
Amiin.

Abdulkadir Geylani Hz.sohbetler s-361-362

edep ya hu!





Televizyon seyrederken "gözlerim kızarıyor" diyen birisine Diger birisi "Benim de yüzüm kızarıyor" demiş.
Türk toplumunun aile yapısını ahlâkî değerlerini bozmaya çalışan sütü bozuk ifsat şebekesi uydu vasıtası ile çok önemli ve de bir o kadar tehlikeli çalışmalar yapıyorlar.
Eskiden mü'minler bir dostunu ziyaret etmek için akşam oturmasına gittiklerinde güzel sohbetler yapılır gelmiş ve geçmişten bahsedilirdi. Şimdi bunun yerini televizyon aldı. Dostluk muhabbet ve kardeşane sohbetlerin yerini; cılız abes dedikodu ve cinselliğe dayalı müptezel kokteyl türü toplantılar aldı. Kıraathaneler (okuma salonları) kumarhaneye dönüştü. Aynı çatı altında müstehcen bir programı izlemekten haya etmeyen ailelerin sayısı arttı. Savrulma dönüşme ve kaymanın dozajı o kadar arttı ki toplumda ensest ilişki normal görülmeye başlandı.
Ne tuhaf! Yüzü kızarması gerekenlerin gözü kızarıyormuş.. Yazdıklarım muhafazakâr dindar insanları ve başta şahsımı bağlar. Ar damarı çatlamamış kalbinde iman dizinde derman bulunanlara kasırgalar karşısında dikkatli olmalarını tavsiye ederim.
"Program yapımcısı televizyon müdürüne telefon ederek:
-RTÜK'den aradılar efendim dedi. Şu anda oynayan filmin müstehcen olduğunu belirtip ikaz ediyorlar. Bir diyeceğimiz var mıydı?
Müdür:
-RTÜK falan bırak be kardeşim diye gürledi. Koltuğuna kurul da filmi seyret. Kişisel haklarımıza karışmasınlar.
Program yapımcısı filmin ortalarında tekrar telefon ederek:
-Bazı vakıflardan aradılar efendim dedi. Oynatmakta olduğumuz filmin gençlerin ahlâkını bozduğunu ve onları kötü yola ittiğini söylüyorlar. Bir diyeceğiniz var mıydı?
Müdür yine gürleyerek:
-Kişisel haklarımıza karışmasınlar ya hu diye tekrarladı. Bizim de çocuklarımız var. Hatta kızım şu anda erkek arkadaşı ile seyrediyor bu filmi.
Adam filmin sonunda bir kere daha telefon ederek:
-Karakoldan aradılar efendim dedi. Kızınız erkek arkadaşı tarafından tecavüze uğramış. Bir diyeceğiniz var mıydı?" (Cüneyd Suavi Hayatın İçinden s. 70)
Şu anlatılan hikâye kendi gerçeklerimizi ne güzel dile getiriyor. İffet ve namusa bigâne kalmanın insanların kutsallarına kültürüne saygı duymayanların akıbeti hep kötü olmuştur.
Tasavvufî kaynaklarda "göz afetleri" olarak zikredilen bu konu çağımız insanını ciddi bir şekilde tehdit ediyor. Gençlerimizin birçoğu televizyondaki erotik pornografik film ve programları seyrederek yoldan çıkıyorlar. Göz vasıtası ile alınan akım beyne oradan da ilgili organa ulaşmaktadır. Şehvetin kabarması göz zinası ile başlar. "Zinaya yaklaşmayın" buyuran İslâm dini zinaya götüren yolların da tıkanmasını istemektedir.
"Mü'min erkeklere söyle; gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için çok temiz (bir hareket)dir. Şüphesiz ki Allah (kullarının ne) yapacaklarından haberdardır." (Nur 30)
Mü'minler gözü haramdan sakındırma noktasında çok dikkatli olmak zorundadırlar. Harama bakan bir insan bakmanın ötesindeki fiilleri hayal etmeye başlar. Kalbin huzuru kaçar gözün nuru o an için alınır. Harama bakmak kişiyi zikrullahtan ve güzel şeylerden alıkoyar. Dinimize dünyamıza ve ahiretimize faydalı olmayan şeylerin peşine düşmekten men ediliyoruz.
"Senin için hakkında bir bilgi hasıl olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak göz kalp bunların her biri bundan mes'uldür." (İsra 36)
Anne ve babalar evlâtlarının gece yarısından sonra inançlarına uygun olmayan film ve programları seyrettiklerinden şikâyetçiler. Ama yöneticiler "kişisel hak" diye bir şey tutturmuş gidiyor. Ateş kendilerinin paçasını da sarıyor ama umurlarında bile değil.
"Gözlerin zinası bakmaktır. Kulakların zinası dinlemektir. Dilin zinası müstehcen konuşmalardır. Elin zinası uzanıp tutmaktır. Ayağın zinası adım atmaktır. Kalp ise bu gibi kötü şeyleri sever ve onları temenni eder. Kalbin bu temennisini tenasül uzvu ya doğrular veya yalanlar."
Ar damarı çatlamış her türlü kötülüğü yapmakta bir sakınca görmeyenlere eskilerin dile ile seslenelim:
Edep ya hu!.. 



kim anlar?




ACABA

Uyuyan göllere ay isiginda
Sevginin resmini çizsem kim anlar?
Tomurcuk ayrilip gül açtiginda
Yagmurun saçini çözsem kim anlar?

Bir mekan kaplamis ne varsa nerde
Kendi ötesini saklar her perde
Sonsuzlugun sona erdigi yerde
Huduttan bir kulaç kazsam kim anlar?

Ask kömür beyazi; kin süt karasi
Eklenir yarama her dost yarasi
Et oldum biçakla kemik arasi
Cellatla ahdimi bozsam kim anlar?

Dogumda yalan var ölümde gerçek
Bir seyler anlatir balik kus çiçek
Kirik gönülleri toplayip tek tek
Toplayip gögsüme dizsem kim anlar?

Gün geldi zamani gömdüm kabire
Dag oldu aklimin verdigi fire
Baglasam telasi çelik zincire
Sabrin derisini yüzsem kim anlar?

Içte deprem olur disin dügümü
Ihlâssiz çözülmez isin dügümü
Aklimdan geçeni düsündügümü
Okusam kim dinler yazsam kim anlar?

Abdurrahim Karakoç

merhaba dost yalnızlığım...



MERHABA DOST YALNIZLIĞIM
Hoşgeldin sefalar getirdin gönül evime.
Buyur geç her zamanki yerine sana yüreğimin sıcaklığını almış
bir fincan kahve tadında acı ve hüzünlerimi ikram edeyim. İçine şeker yerine gözyaşlarımı dostluğumu sohbetimi koyayım.
Neler gördük seninle neler yaşadık yalnızlığım!
İhanet hırkasını sırtına geçirmiş ne "dost" yüzleri tanıdık.
Bilmedik bilemedik yalnızlığım bunu bize öğretmediler.
Duygu simsarlarının elinde saf duygularımızın
üç-beş kuruşa satıldığına şahit olmadık mı?
Yüreğimizden her vuruluşumuzda her kanayışımızda
insana duyduğumuz sevgiye sarılmadık mı?
Dönüp dönüpte yaramızı kendimiz sarmadık mı?
İnsanların ikinci yüzlerini sonradan öğrenedik mi acıyla hüzünle..
Ahh yalnızlığım!
Bilmedik bilemedik bize bunu öğretmediler.
Yüzümüze vuran yalancı bir güneşe açmadık mı
gönlümüzün tüm çiçeklerini.
Oysa bilemedik yalnızlığım her yalancı baharın ardından
zemheri bir ayazın geleceğini. Kaç kere vurulduk
kaç kere ayaza vurduk üşüdük titredik ne boralara ne fırtınalara
verdik yüreğimizi. Kanadık incindik bin acı sözle.
Bilmedik bilemedik..
Bunları bize öğretmediler yalnızlığım
Bunca şeye rağmen gönlümüzdeki filizleri hep Canlı tuttuk
saldık köklerini filizlerimizin Toprak anaya.
belki şu an zayıf ve cılız ama direniyor.
Biliyorum bir Gün o da güçlenecek.. Tıpkı yüreğimizdeki küçük
masum kız gibi gözleri ufukta hep ileriye ve umuda yürüyecek.
umudunuz hic kaybolmasın...

öykündüğüm ömrüm...




Öykündüğüm Ömrüm
Düşlerim;
Suskunluğumun edasından almıştır
Kırılganlığı...
Kalbimin salkım saçak dalları
Kırıldıkça kırılıyor.
Ne turkuaz geceleri isterim şimdi..
Ne o gecelere
Bir kaç yıldız dizmeyi.
Neye dokunsam
Pamuk ipliğine bağlı...
Tutundukça kopuyor.
Sormayın;
Nedir kimdir ne olmuştur? Diye...
Bilin ki;
Darbe üstüne darbedir zaman..
Candır canandır dediklerimin
Armağanıdır bu talan...
Değmeyin kalbime...
Duyduğunuz ses hüsrandır
Katlandıysam Yusuf'un
Sustuysam Eyyub’un hatırınadır.
Bakmayın buğulu bakışlarıma...
İçinde gözbebeklerimi kuşatan
Yağmur bulutları var.
Şu an da;
Hayatın girdabında
Döne döne kaybolasım var.
Hani yürürsün ya bazen...
Nereye gideceğini bilmeden...
Yitirdiklerinle el ele...
Ardına bile bakmadan...
Masumdur yollar...
Sanırsın bağırlarına basacaklar...
Atılan her adım avuntudur belki...
Belki de; Ölen umutların
Yeniden dirilişi.
Yürürsün...
Bir adım belkilere...
Bir adım keşkelere...
Bir adım da; ukdelere...
Yürürsün işte...Yürüdükçe;
Bütün yollar hazandır! .
Kovmayın
Başımda uçuşan kuşları;
Çığlıkları feryadımdır.
Bu şiir;
Öykündüğüm ömrümün
Kara kalemle yazılan
Kara sayfasıdır.
Nilgün Pakyıldız

ölüm neden güzel?




Mehmet PAKSU yazdı…
Her şey nasıl güzel olur?
Secde suresinin 7. âyeti "O Allah ki her şeyi en güzel şekilde yarattı" diyor.
Âyet "Her şeyi" diyor. Ayrıca "güzel" de demiyor "en güzel" diyor.
Yine Kur'ân'ın anlatımıyla "Allah En Güzel Yaratıcıdır."
Allah çirkin bir şey yaratmaz ne yaratmışsa güzeldir ve de en güzeldir.
Bu durumda çirkin bir şey yok mudur? Mutlaka vardır hem de akla hayale gelmeyecek kadar çok vardır.
Öyleyse burada bir tezat bir çelişki bir aykırılık yok mu?
Hayır olmuyor. Çünkü çirkinlik şer ve kötülük de bir anlamda güzelliktir güzelliğin bir başka biçimde görünüşüdür.
Bu açıdan "çirkin" olan şeylere "dolayısıyla güzellik" demek daha yerinde olur.
Çünkü çirkinin çirkinliği olmasaydı güzelliğin güzelliği olmazdı anlaşılmazdı.
Burada "Her şey zıddıyla bilinir" kuralı akla geliyor.
Hastalık olmazsa sağlık anlam taşımaz. Açlık olmazsa tokluk anlaşılmaz. Soğuk olmazsa sıcaklık bilinmez. Karanlık olmazsa aydınlığın anlamı olmaz. Kötü olmazsa iyinin değeri ölçülmez. Cehennem olmazsa Cennet lezzet vermez.
***
Bir de güzelliğin derecesi içine çirkinliğin girmesiyle anlaşılır.
Buna göre kötü ve istenmeyen şeyler de gerçek anlamda güzeldir ve iyidir.
Mesela hastalığı kimse istemez uzak durur. Ama sağlığın nimet olması ve değerinin anlaşılması için hastalığın olması lazım. Yoksa hastalık bir anlam taşımaz.
Allah'ın isimleri açısından bakıldığında hem sağlığın hem de hastalığın bulunması gerekir. Sağlıklı olduğumuzda Allah'ın Muâfi ve Mün'im isimlerini anladığımız gibi hasta olmadan da Şâfi ismi anlayamayız gizli ve meçhul kalır.
***
Bu arada pek çok insan tarafından sevilmeyen konuşulması bile istenmeyen bir güzellik daha vardır. Meselâ ölüm. Ölüm güzel mi çirkin mi?
Bir kere ölüm tesadüfî bir şey değildir bir Yaratanı olduğu için güzeldir.
Çünkü Allah'ın bir ismi "Muhyî"dir (hayatı verir) diğer ismi de "Mümît"tir (ölümü verir).
Meselâ çekirdeğin toprak altında çürümesi bir çeşit ölümü ağaç olarak boy atmasıdır tohumun ölümü bir çiçek olarak açılmasıdır; insanın ölümü de sonsuza adım atması ve ebedi bir hayata geçmesidir.
***
Bir de Azrail'i düşünün. Azrail çirkin mi güzel mi?
Bir kere çirkin olamaz çünkü melektir masumdur suçsuz ve günahsızdır.
İkincisi sonsuz güzellik sahibi olan Allah'ın güzel bir emrini yerine getiriyor kendi başına bir iş yapmıyor.
Üçüncüsü de yaptığı iş güzeldir. İnsanlar ölümle fani hayattan baki hayata geçiyor yok olmaktan kurtuluyor sonsuz varlığa erişiyor.
Kabir ise her ne kadar karanlık yalnızlık ve bir vahşet yatağı ise de mü'min için ebedi saadetin kapısıdır Cennet'e açılan bir penceredir Allah'a kavuşmaktır.
Ölüm ve kabir böyle güzel olursa diğer çirkin ve şer gibi görünen şeylerde gerçek anlamda çirkinlikten ve şerden söz etmek mümkün değildir.
Son söz: Allah adına kâinata bakan bir insan her şeyi güzel görür. Hadiste anlatıldığı gibi "Allah güzeldir güzeli sever...

doktora tezi.



Bir tavşan önüne bir daktilo almış tak tuk tak tuk birşeyler yazıyor.

Oradan geçen bir tilki :
 
Hey tavşan ne yazıyorsun?
Doktora tezimi yazıyorum.
Ha öyle mi, çok güzel ne hakkında ?
Tavşanların tilkileri nasıl yedikleri hakkında.
Yok canım olur mu öyle şey hiç tavşanlar tilki yerler mi ?
Olur canım gel istersen sana isbat edeyim.
Beraberce tavşanın yuvasına girerler biraz sonra tavşan tek başına çıkar ve
yine daktilosunun başına geçer tak tuk birşeyler yazmaya devam eder.
Daha sonra oradan geçen bir kurt tavşanı görür.
Hey tavşan ne yazıyorsun ?
Doktora tezimi.
Ne hakkında ?
Tavşanların kurtları yemesi hakkında.
Yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde buna kim inanir.
Doğru olmaz mı gel istersen göstereyim.
Yine beraberce yuvaya girerler tavşan biraz sonra tek başına dışarı çıkar.
Tavşanın yuvasında ise;
Bir köşede tilkinin kemikleri. Bir köşede kurdun kemikleri.
Diğer tarafta bir arslan kürdanla dişlerini temizliyor.

 
Sonuç ve anafikir:
Doktora tezi yapmak için tezin önemi yoktur, konunun da önemi yoktur;
Önemli olan tez danışmanıdır.
:))
 
Abheriden.