Fatiha’yı yazması 6 ay sürmüş!
Büyükleri sadece vefatının yıldönümünde hatırlar duruma düşmek üzüyor insanı. Hattat Hâmid Aytaç 18 Mayıs'ta vefat eylemiş. Manşetlerin umurunda mıdır...
Büyükleri sadece vefatının yıldönümünde hatırlar duruma düşmek üzüyor insanı. Hattat Hâmid Aytaç 18 Mayıs'ta vefat eylemiş. Manşetlerin umurunda mıdır...
Onun fotoğraflarında iki ayrı kişi var sanki. Birinde etrafına boş ve çekingen gözlerle bakan ürkek bir ihtiyar; diğerinde yani kamış elinde kâğıda dökülürkenki fotoğraflarında ise güç ve estetik aynı karede birleşiyor. O her büyük adam gibi yoksulluğa unutulmuşluğa terk edilmiş ama “neden” demeyelim. Nedeni aslında çok basit; çünkü onun içindeki dünya birilerinin girebileceği ya da sığabileceği kadar boş değil.
Amidîli Şeyhmus
Bakırın diyarından değil Amidîli Şeyhmus o. Kasap olan babasının izinden değil dedesinin izinden ilerlemiş. Ama hatırlanmalı ki Hafız Sami’yi bile coşturacak kadar güzel sesi “kubbe parlatanın” oğlu oluşundan kaynaklanıyor. Bir Osmanlı Beyefendisi vasfını hastaneye kaldırıldığı ve sinir krizlerine tutulduğu günlerde bile bırakmadığını doktorlarından öğreniyoruz. “Ama efendim” diye başlayan cümleleri ne kadar da tanıdık geliyor.
Genelde takvimlerdeki “Hâmid” imzasıyla karşılaşıp tanıştığımız eski yazının yaşatıcısı olan Hâmid Aytaç senelerini Reşit Efendi Hanı’ndaki küçük odasında geçirmiş. Daha öncesinde Gümrük Matbaası’nda ve Erkan-ı Harbiye Matbaası’nda memuriyetlik yapsa da Hâmid olmanın bedelini memuriyetten ayrılmakla ödemiş ve Musa Azmi’yi terk ederek Hâmid Aytaç olarak yazıyla hayatı doldurmuş. Aslında İstanbul’a ilk gelmek istediğinde babasını ikna eden Hacı Bey’in sözü o: “tevekkeltü alâllah de gönder!” O’na bırakılan O’ndan başka nereye gider ki?
Yerini bulan Lâm - Elif
Bir asra yakın sürdürdüğü hayatında kaç eseri var kimseler bilmiyor. Sürekli bir hocası da olmayan bu adamın pek çok ustadan nasibi bir meşk olsa da İstanbul’a kendini kabul ettirmesi galiba kimin talebesi olduğunu gösteriyor. Rakım Efendi’ye özel bir saygısı olan Hâmid Aytaç onun bir eserine tam dört saat bakarken acaba ne düşündü? Ya da hangi meşkin ortasındaydı ki Rakım Efendi’nin Irak’ta yağmalanan “Sure-i Fatiha” yazısını altı ay gibi bir sürede yazdı? Kendi üslûbunu; baka baka yaza yaza buldu denilen Aytaç için ne baktı ve ne gördü sorusunun cevabı da yok aslında. Bilinen Şişli Camii için hazırladığı istifte “Lâm – Elif”leri yerleştiremediği sonrasında yorulup kendinden geçtiği ve gözünün önüne inen uykuyla karışık istifte “Lâm – Elif”lerin gelip yerini bulduğu... Ben onun ve onun gibilerin uykularının benim ve benim gibilerin uyanıklığıyla… cümlenin sonunu getiremiyorum.
“Sağlığıma kaynama ben ölünce ağlama”
“Sağlığında nice ehl-i hünerin
Bir tutam tuz bile yoktur aşına
Öldürür evvel onu açlıktan
Sonra bir türbe yaparlar başına”
Yıllarca metruk halde bırakılan Hâmid Aytaç için bugün ölümünün ardından anma törenleri hazırlanıyor. “Ne için?” diyor insan. Bu büyük hattatın gelecek nesillerce tanınması için oluyor cevap muhakkak; ama her kıymetimiz illa toprağa girmeden değer kazanmayacak mı? Gözüm kimi zaman bu onun eseri dese de kelimelerim onu anlatmakta yeterli değil bundandır ki kısa yola kaçıp İbn’ül Emin’e müracaat ediyorum:
“Mest olur görse eğer hattım erbâb-ı vukûf
Bakamaz dilberinin nokta-i hal-u hattına”
Amidîli Şeyhmus
Bakırın diyarından değil Amidîli Şeyhmus o. Kasap olan babasının izinden değil dedesinin izinden ilerlemiş. Ama hatırlanmalı ki Hafız Sami’yi bile coşturacak kadar güzel sesi “kubbe parlatanın” oğlu oluşundan kaynaklanıyor. Bir Osmanlı Beyefendisi vasfını hastaneye kaldırıldığı ve sinir krizlerine tutulduğu günlerde bile bırakmadığını doktorlarından öğreniyoruz. “Ama efendim” diye başlayan cümleleri ne kadar da tanıdık geliyor.
Genelde takvimlerdeki “Hâmid” imzasıyla karşılaşıp tanıştığımız eski yazının yaşatıcısı olan Hâmid Aytaç senelerini Reşit Efendi Hanı’ndaki küçük odasında geçirmiş. Daha öncesinde Gümrük Matbaası’nda ve Erkan-ı Harbiye Matbaası’nda memuriyetlik yapsa da Hâmid olmanın bedelini memuriyetten ayrılmakla ödemiş ve Musa Azmi’yi terk ederek Hâmid Aytaç olarak yazıyla hayatı doldurmuş. Aslında İstanbul’a ilk gelmek istediğinde babasını ikna eden Hacı Bey’in sözü o: “tevekkeltü alâllah de gönder!” O’na bırakılan O’ndan başka nereye gider ki?
Yerini bulan Lâm - Elif
Bir asra yakın sürdürdüğü hayatında kaç eseri var kimseler bilmiyor. Sürekli bir hocası da olmayan bu adamın pek çok ustadan nasibi bir meşk olsa da İstanbul’a kendini kabul ettirmesi galiba kimin talebesi olduğunu gösteriyor. Rakım Efendi’ye özel bir saygısı olan Hâmid Aytaç onun bir eserine tam dört saat bakarken acaba ne düşündü? Ya da hangi meşkin ortasındaydı ki Rakım Efendi’nin Irak’ta yağmalanan “Sure-i Fatiha” yazısını altı ay gibi bir sürede yazdı? Kendi üslûbunu; baka baka yaza yaza buldu denilen Aytaç için ne baktı ve ne gördü sorusunun cevabı da yok aslında. Bilinen Şişli Camii için hazırladığı istifte “Lâm – Elif”leri yerleştiremediği sonrasında yorulup kendinden geçtiği ve gözünün önüne inen uykuyla karışık istifte “Lâm – Elif”lerin gelip yerini bulduğu... Ben onun ve onun gibilerin uykularının benim ve benim gibilerin uyanıklığıyla… cümlenin sonunu getiremiyorum.
“Sağlığıma kaynama ben ölünce ağlama”
“Sağlığında nice ehl-i hünerin
Bir tutam tuz bile yoktur aşına
Öldürür evvel onu açlıktan
Sonra bir türbe yaparlar başına”
Yıllarca metruk halde bırakılan Hâmid Aytaç için bugün ölümünün ardından anma törenleri hazırlanıyor. “Ne için?” diyor insan. Bu büyük hattatın gelecek nesillerce tanınması için oluyor cevap muhakkak; ama her kıymetimiz illa toprağa girmeden değer kazanmayacak mı? Gözüm kimi zaman bu onun eseri dese de kelimelerim onu anlatmakta yeterli değil bundandır ki kısa yola kaçıp İbn’ül Emin’e müracaat ediyorum:
“Mest olur görse eğer hattım erbâb-ı vukûf
Bakamaz dilberinin nokta-i hal-u hattına”
Fadime Türkölmez
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder