Selâm"dan "günaydın"a
Kanunî devrinin kudretli şairlerinden Fuzûlî'nin, "Selâm verdim, rüşvet değildir deyü, almadılar/ Hüküm gösterdim, yararsızdır deyü, mültefit olmadılar" (önemsemediler) mısralarını da içeren meşhur "Şikâyetnâme"sini hatırlarsınız sanırım.
Kanuni döneminde değil, ama çok sonraki cumhuriyet döneminde, gerçekten de devlet memurları verilen selâmı almıyor (belki içlerinden alıyorlardı), üstelik selâm vereni adam yerine saymıyor, işini görmemek için çeşitli bahaneler uyduruyorlardı.
Çünkü bir emirle "Allah'ın selâmı" gitmiş, yerine, daha önceki yazımda belirttiğim gibi, "günaydın-tünaydın" gelmişti.
Ama tabii halk eski alışkanlığını sürdürüyor, alışageldiği selâmda ısrar ediyordu. Aslına bakarsanız "yeni selâm"a ısınamamış, ısınamadığı için de ezberleyememişti. Rahmetli babamdan dinlediğime göre, "günaydın" kelimesini bir türlü hatırlayamayanlar, kelimeyi elli çeşit kalıba sokuyor, aklına ne gelirse söylüyordu.
Kimi "hava aydın", kimi "selâm aydın", kimi "gözün aydın" diyordu.
Arada alışkanlıkla Allah'ın selâmını verenler de çıkıyordu, ama o zaman memurların yüzü ekşiyor, selâm vereni azarlıyor, "Burası devlet dairesi" falan gibi sözlerle ürkütmeye çalışıyor, bu arada âmirleri tarafından görülüp görülmediğini araştırıyor, ancak görülmediğine kanaat getirdikten sonra, verilen selâmı sessizce alıyordu...
Ne de olsa memurlar da bu kültürün çocuklarıydı, muhtemelen onların da içleri kan ağlıyordu.
Fakat devir herkesin bir birinden korktuğu, bir birinden kuşkulandığı bir devirdi. "Hükümetin kolu uzundur, her yere ulaşır" sözü, ürküntünün boyutlarını gösteriyordu.
İddiaya göre üç kişiden biri "hafiye" (sivil polis), iki kişiden biri de "ispiyon"du!
Selâm şeklinin üstüne neden bu kadar gidildi, bilmiyorum (ezan şeklinin üstüne de gidilmişti), ama bir ara muhtarlarla imamların karakola çekildiğini, "günaydın-tünaydın" ayarı çekildiğini, "yeni selâm"ı halka öğretmeleri için baskı yapıldığını, ancak bunun bile pek bir işe yaramadığını biliyorum.
Yaşlılar acı acı gülerek anlatırlardı.
Yine de halk bildiğini okumuştu. Belki de "yeni selâm"ı bir nevi protesto ediyorlardı.
Çünkü onlar sonuçta Osmanlı kültüründen geliyordu.
Osmanlı'nın hayatı duadır! Selâm, fenalıklardan uzak kalınması ve hayatın uzun olması anlamında bir dua olduğuna göre de, Osmanlı'nın hayatı bir nevi selâmdır diyebiliriz...
Selâm, Osmanlı toplumuna öylesine hâkimdir ki, ölülere, hayvanlara, bitkilere, camilere ve hatta boş evlere mahsus selâmlama usulleri bile vardır...
Osmanlı insanı yolda karşılaştığı birine (Müslüman olup olmadığına bakmaksızın) selâm verir, barış huzur ve esenlik dilerdi.
Bunu yalnızca sözle yapmaz, beden dilini de kullanırdı. Bir elini "muhabbetin yüreğimde" anlamında göğsüne bastırır, sonra "yâdın dilimde" anlamında dudaklarına değdirir, oradan da "başımın üstünde yerin var" anlamında başına koyardı.
Bu selâmlaşma usulüne "temenna" denirdi.
Birinin yanından temennasız geçip gitmek, bir topluluğa selâmsız dâhil olmak son derece yadırganan bir durumdu. Osmanlı toplumunda böyle bir duruma şahit olmak hemen hemen imkânsızdı.
Avrupalı gezginlerden Guer şöyle diyor:
"Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riâyet ederler. Birbirleriyle karşılaştıklarında sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar. Muhataplarına, müjdeleyici bir surette, yani rütbe ve mevkilerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi vasıflarıyla hitap ederler."
Brayer, hayranlıkla aynı hususiyeti dillendiriyor:
"Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshîr eder (büyüler). Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrîfat kurallarının zarafeti karşısında hayran olmamak elde değildir."
Kısacası Sünnet Medeniyeti'nin çocukları sünnet çerçeveli bir hayat yaşarlardı.
Her işe, "Bismillah" eşliğinde başlar, "Tevekkeltü Alellah" ile devam ederlerdi...
Kızınca bağırıp çığırmaz, için için, "Lâ havle" çekerlerdi. Hayrete düşünce, "Hay Allah!", "Lailahe İllaüllah" veya "Allah Allah"; hayretleri biraz daha derinleşmişse, "Fesübhanallâh!", haksızlığa uğramışlarsa "Hasbünallâh! (ve ni'mel-vekîl), gözleri yılarsa "Neuzubillah!" derlerdi.
Tüm olumsuzlukları "Tövbe estağfurullah" diye tövbe ile göğüslerlerdi...
Bedduaları bile dua kokuluydu: "Hay Allâh ıslah etsin!" ya da, "Allah iyiliğini versin!", bilemediniz, "Allah bildiği gibi yapsın" diyerek muhataplarını Allah'a havale ederlerdi.
Bir haksızlığa uğradıklarında, "Yâ sabır!" çekerlerdi...
Tekke ve zâviyelerinin duvarlarında "Bu da geçer ya hû!", "Vazgeç ya hû!", "Hoş gör ya hû!" şeklinde ikaz levhalar asılıydı.
Ticarethanelerin duvarlarını "Errizku Alellah" âyeti süslerdi...
Çünkü onlar "Devr-i Saâdet yürekli" insanlardı.
Yavuz Bahadıroğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder