Noktadan yola çıkarak anlamın derinliğine yapacağımız yolculukta, anlam; bir amacı göz önünde bulundurarak kâinatla insan, fizikle metafizik, insanın gözlerindeki perdeyle hakikat dünyası arasında gidip gelen bir keşif olarak tanımlanabilir. Anlamın çevresinde bulunan özne ve nesne, öznenin sahip olacağı durum ve nesnenin yer alacağı zeminin birbiriyle ilişkisi, anlamın derin yapısının oluşumundaki mim noktasını açıklar. Üç boyutta da sonsuz bir hacim kaplayan nokta’dan yola çıkarak, anlamın izinde yürüyerek, hakikatin peşine takılmak; hattatların söyledikleri “noktadan hâsıl oldu esrar-ı hat” sözünün manasını daha bir aşikâr kılmaktadır. Varlığın sırlarıyla donatılmış kâinata, arif penceresinden bakabilmenin tezahürüdür kalemin nesneye dokunduğu an.
Kalem dokunursa, “kûn” denilir, oluverir. Kalem dokunursa, yazılmış olur; başlangıç ve son belirlenmiş olur. Eski Yunan filozoflarından Demokritos’un “daha fazla bölünemeyen şey” olarak tanımladığı, sonsuz doğru parçasının birleşebildiği nokta, oluştuğu andan itibaren başlangıcı ve sonu olan; öncülü ve ardılı olan bir eylemin varlığını izah eder. Bu yüzden zaten yarıçapı, yüksekliği, genişliği, derinliği, uzunluğu gibi özellikleri bulunmadığından, matematik gibi bilimler pozitif bilimler, noktanın anlamını açıklamakta yetersiz kalır. Metafizik bu noktada devreye girer.
Her nokta bir eylemdir, eylemi işaret eder. Nokta oluştuğu an, eylem başlamıştır ve eylemin ne zaman biteceği bellidir. Noktanın oluşumuyla eylemin ne zaman sonlanacağı bilgisi aynı anda oluverir. Eylemin ne zaman sonlanacağı bilgisi de, üzerinde tüm yazgıların kayıtlı bulunduğu levh-i mahfuzda yazılıdır.
Noktadan ötesi var mı?
Göğün katında, anlam dairelerinin bulunduğu katmanda, isimlerin oluşmadan önceki hallerin yoğrulmasında bir “rahim” görevi görür nokta. Aynı zamanda âdemoğlunun isim koyabileceği, bir olgu olarak zihninde tutup düşünme eylemine; düşünsel zemine inilmesine vesile olan, tevekkülü içinde barındıran bir sessizliktir. Varlığı itibariyle kâinatın korosunun ontolojik kökeninde bulunan nokta, dağların taşıyamadığı yükü omzuna sırtlayan insanoğlu için bir sırdır ve bu sırrın altında aynı zamanda insanın da varoluşuna dair anlamlar gizlidir.
Arayış devam ediyor. İnsan bilincin kapısını açan, gözün ve kalbin göreceği, kelimelerin birbirleriyle uyumundan zihne aktarılan bir imgeden yola çıkarak, metafizik bir dünyaya bağlandığı bir simülasyon dünyasında, keşif yolculuğu yapıyor. İnsanın sürekli olarak iç âlemine indiği yolculukta, varoluşun sorgulanmasıyla, sırların keşfedilmesi ve soruların cevaplarını bulabilmesi bekleniliyor, anlam dairesi genişletilmeye çalışılıyor. Nefes aldıkça, hakikatle karşılaşılmasında umut artıyor. Anlam kapısı arayanın karşısına çıkıyor.
Anlam kapısının aralanabilmesi, varoluşun farkına varmayı gerektirir. “Var” olan ve “var” kaldığının farkına varan kalp gözü görebilir, dokunabilir, işitebilir, hissedebilir. Kuran’ın “Onların gözleri var görmezler, kulakları var işitmezler, dilleri var konuşmazlar” dediği topluluk, “varoluş”un farkında olmayan, hayatın anlamından bîhaber olarak yaşayan, noktayı da göremeyenlerden oluşur. Noktayı göremedikleri için, hayatı noktasız olarak algılarlar ve hiç ölmeyeceklerini sanarak o halde yaşarlar. Oysa noktanın farkına varan insanoğlu, Peygamber’in buyurduğu “Hiç ölmeyeceğini zanneden kişi gibi dünya için çalış, yarın öleceğinden korkan kimse gibi de dünyaya bağlanmaktan kaçın” hadisince, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalıştığı gibi, yarın ölecekmiş gibi ahiret için hazırdır. Her an hazırdır noktayla karşılaşmaya, mutluluğun doruk noktasında hayal bile edemeyecek güzelliklerle dolu bir dünyanın kapısını aralayabilmek için, bekler. Bağlam olarak anlamı hakikatle birleştirmiştir.
Neticede, nokta kalemin secdesidir,
Kalemin secde edişi, hakikattir.
Yunus Emre Tozal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder