Muhabbetin Şartı
Veysel Karânî, kendisine Rasulullah’ın (sav) hırkasını getiren Ali (ra) ve Ömer (ra)'e sordu:
-Siz Muhammed (sav)‘i seviyor musunuz?
-Evet
-Peki eğer sevginiz sıhhatli ise O’nun mübarek dişlerini kırdıkları gün ona muvafakat etmiş olmanın gereği olarak (O’nunla hemhâl olmak için ) niçin dişlerinizi kırmadınız? Çünkü muvafakat, muhabbetin şartıdır. Sonra kendi dişlerini gösterdi, ağzında bir tane bile diş yoktu. Sonra ekledi:
-Ben O’nu sûret olarak görmedim, O’na muvafakat etmiş olmak için dişlerimi söktüm. Çünkü muvafakat dindendir.
Bu dokunaklı söz ikisinin de içini sızlatmıştı. Anladılar ki muvafakat ve edeb makamı ayrı bir makam olup, Rasûlullah (s.a.v.)'ı görmemiş bulunan birinden edeb öğrenmek gerekmektedir. Fâruk:
-Ey Veysel, bana dua et.
-Umumî olarak dua ettiğimde, sana da dua etmiş bulunuyorum. İmanda meyih ve (tashih) olmaz. Her namazda teşehhüde oturunca: "Allahım, bütün mü'minleri bağışla." (İbrahim, 14/41) diyorum. Eğer sizler, imanı selâmetle kabre kadar götürürseniz dua sizleri de bulur, eğer bunu yapamazsanız ben boşuna dua etmem. Fâruk:
-Nasihat et, dedi. Şöyle cevap verdi:
-Yâ Ömer! Allah'ı tanıyor musun?
-Evet.
-Eğer O'ndan gayrısını tanımazsan senin için daha iyi olur.
-Biraz daha öğüt vermez misin?
-İzzet ve Celâl sahibi Allah seni biliyor mu?
-Evet biliyor.
-Eğer diğer biri seni bilmezse senin için daha iyi olur. Fâruk:
-Biraz bekle, ta ki sana bir şeyler getirip takdim edeyim, deyince, Veysel elini koynuna sokarak iki gümüş para çıkardı ve:
-Bunları deve güderek kazanmışımdır. Şayet şu paraları harcayabilecek kadar yaşayacağıma dair bana teminat verirsen, ancak o vakit diğerlerini kabul ederim, dedi ve ekledi: Zahmet ettiniz, şimdi geri dönünüz, zira kıyâmet yakındır, bir daha ancak dönüşü mümkün olmayan o günde karşılaşırız. Ben şimdi kıyâmet yolunun azığını hazırlamakla meşgulüm.
Karen'liler, Kûfe'den döndükleri zaman Veysel, kavmi arasında hürmet ve itibar görmeye başladı. O ise bunu istemiyordu. Onun için oradan kaçtı, tekrar Kûfe'ye geldi. Bundan sonra Herem b. Heyyân hariç onu bir daha kimse görmedi. Herem diyor ki:
-Veysel'in şefaatteki derecesinin hangi hadde ulaştığını işitince, onu görme arzusu bana galebe çaldı. Kûfe'ye giderek kendisini aramaya koyuldum. Tesadüfen Fırat sahilinde abdest alıp elbise yıkarken buldum. Selâm verdim, selâmımı aldı ve bana baktı. Musafaha etmek istedim ama elini vermedi. Yâ Veysel! Allah'ın rahmeti üzerine olsun, Allah seni bağışlasın, nasılsın, dedim. Hâlinin zayıf olması ve ona olan muhabbet ve merhametin sebebiyle beni bir ağlama tuttu. O da ağladı ve:
-Ey Heyyân'ın oğlu Herem! Allah ömürler versin, nasılsın, seni bana kim kılavuzladı?
-Benim ve pederimin ismini nereden bildin, beni hiç görmediğin hâlde nasıl tanıdın?
-Hiçbir şey ilminin haricinde kalmayan ve her şeyden haberdar olan bildirdi ve de ruhum ruhunu tanıdı, zira mü'minlerin ruhları yekdiğerine âşinâdır.
-Bana Rasûlullah (s.a.v.)'tan bir hadis rivayet et.
-Ben O'nunla görüşmedim ama hadislerini başkalarından dinledim. Lâkin, muhaddis, müftü ve müzekkir (vaiz) olmak istemem. Zira benim işim nefsimledir, bundan vazgeçmem.
-Okuyacağın bir âyeti dinlemeyi arzu ediyorum. Veysel, bunun üzerine eûzüyü çekti, hıçkırarak ağladı ve: "İnsi ve cinni ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyât, 51/56). "Biz yeri, göğü ve ikisi arasındaki şeyleri oyuncak olsun diye yaratmadık, bunları ancak hak ile yarattık. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler." (Duhan, 44/38-48) meâlindeki âyetleri okudu. Ve öyle bir nâra attı ki az kalsın aklı başından gidiyordu. Sonra bana dönüp sordu:
-Ey Heyyân'ın oğlu, seni buraya getiren sebep nedir?
-Seninle huzur ve sükûn bulmak.
-Ulu ve Yüce Allah'ı tanıyıp da O'ndan başkasıyla huzur ve sükûn bulan birini hiç görmedim, tanımadım!
-Bana öğüt ver.
-Yattığında, ölümü yastığın altına koy, kalktığında göz önüne getir. Günahın küçüklüğüne bakma, kendisine karşı günah işlediğin zatın büyüklüğüne bak. Eğer günahı küçük görürsen Allah'ı küçük görmüş olursun.
-Nerede ikâmet etmemi emir buyursun?
-Şam'da.
-Orada maîşetimi nasıl temin edeceğim.
-Üzerinde şirk gâlib olan ve öğüt kabul etmeyen gönüllerden elaman!
-Diğer bir nasihat daha lütfeder misin?
-Ey Heyyân'ın oğlu! Banan öldü. Adem, Havva, Nuh, İbrahim, Musâ, Dâvud, Muhammed (s.a.v.) de vefat etti. Rasûlullah'ın hâlifesi Ebu Bekir irtihâl etti, biraderim Ömer de öldü. Vah, vah Ömer'im...
-Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun, henüz Ömer ölmedi.
-Hakk Teâlâ bana Ömer'in acı haberini vermiştir. Sonra ben ve sen de öleceğiz, dedi ve salavât getirdi, dua etti. Benim sana nasihatim şu olsun, dedi:
-Ulu ve Yüce Allah'ın Kitab'ında gösterilen ve sâlihlerce tutulan yola sıkı şekilde sarıl, ölümü hatırlamaktan bir an dahi gâfil olma, kavmine varınca onlara nasihat et, Allah'ın mahlûkatına öğüt vermekten geri durma, ümmetin cemaatına (ve ehl-i sünnete) muvafakat etme hâlinden bir adım bile geri atma, aksi takdirde farkına varmadan derhâl dinden çıkar, cehenneme yuvarlanır gidersin.
Sonra bir miktar dua etti. Ve: "Ey Heyyân'ın oğlu, hadi şimdi buradan git, ne sen beni göreceksin, ne de ben seni! Seni hayır dua ile yâdedeceğim. Sen de beni duada unutma. Sen şu taraftan git, ben de bu taraftan gideyim." dedi. Bir süre kendisiyle gitmek istedim ama bana izin vermedi ve ağladı, beni de bir ağlama tuttu. Bana anlattıkları sözlerin ekserisi Ömer ve Ali (ra)'ye dairdi. Sonra ardı sıra ağladım ağladım. Nihâyet gözden kayboldu, bundan sonra bir daha kendisinden haber almadım.