Efendimiz şöyle buyurur:
كما تكونوا يُوَلَّى عليكم “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz.”[1]
Keyfiyetiniz ne ise, başınızdakilerin keyfiyeti de o olur. Siz nasıl bir kaynak iseniz, başınızdakiler de o kaynağın mahsulüdür. Bu söz, öyle bir sözdür ki, idare adına kâmûslar meydana getirir. İsterseniz, sadece bu hadîs üzerinde kısaca duralım: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden mes’ulsünüz.”[2] fehvasınca, herkesin bir mes’uliyet sınırı vardır ta devlet reisine kadar. Devlet reisi de, idare ettiği dairenin bütününden mes’uldür. Ancak, “Siz nasıl olursanız, başınızdaki idareciler de öyle olur.” ifadesi, bu hususa, içtimâî hukuk açısından apayrı bir buud kazandırmaktadır.
Evvela, bu hadîs, idare edilenlere diyor ki, siz çok önemlisiniz. Çünkü, başınıza geçecekler, hangi yoldan olursa olsun, sizin kapınızı çalmak zorundadırlar. Yani onlara şekil verecek olan sizlersiniz.
İçtimâînin de kendine göre değişmeyen prensipleri vardır. Nasıl ki fiziğin, kimyanın, astronominin kendine göre değişmeyen ve adına “şeriat-ı fıtriye” kanunları denilen prensipleri var, öyle de içtimaînin de kendine göre prensipleri vardır ve bunlar kıyamete kadar da değişmeyecektir. Onun içindir ki, insanlar, şerre, şirretliğe yol veriyor, bağırlarında kötülüklerin barınmasına açık yaşıyorlarsa, o insanları kötüler ve şirretler idare edecektir. Bu Cenâb-ı Hakk’ın değişmeyen kanunudur.
Evet, şirretlik, insanların bünyelerinde neşv ü nemâ buluyor mu? Bu bünyelerde fenalıklar yeşeriyor mu? O zaman Allah (cc), onların başına, aynı çamur ve aynı hamurdan insanlar getirir, onları işte bu insanlar idare eder.
İkincisi: Yine bu hadîs ifade ediyor ki, kanunlar, nizamlar, satırlardaki şeylerdir. Ve bunların çok tesiri de yoktur. İnsanlar kafa kafaya verip, en muhkem kanunnameler dahi hazırlasalar, önemli olan onun ihtiva ettiği hususlara riayet edilip edilmemesidir. Binaenaleyh, esas olan, idare edilen insanların ahlâkî yapılarıdır. Eğer onlar, ahlâklı, kendilerine düşen problem ve meseleleri halletmiş insanlarsa, onların başına geçecek kimseler de asla problem insanı olmazlar.
Burada yeri gelmişken vâki bir hâdiseyi nakledeyim:
İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih etmektedir. Ancak taraftarları ısrar eder ve Hocayı da bir miting meydanına çeker ve bir meydanda konuşmaya ikna ederler. Ancak Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Onlara az-öz şunları konuşur:
“Ey cemaat, şunu biliniz ki, siz; “müntehib”siniz. Ben ise; “müntehab”ım. Gideceğimiz yer ise; “müntehabün ileyh”dir. Sizin yaptığınız işe de “intihab” denir. İntihab ise “nuhbe”den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Yoğurdun üstünde, yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.”
İfadelerdeki Arapça terimleri belki anlamayanlar için, istifadeli olur diye kısaca açıklamak gerekirse; “müntehib” seçen; “müntehab” seçilen, “müntahebün ileyh” kendisi için seçim yapılmış yer, meclis; “intihab”, seçmek, demektir. Bu kelime ise; “nuhbe” kelimesinden türemiştir.
.”
Üçüncüsü: Her insan suçu kendinde aramalıdır. Herkes kendinin avukatı olduğu, suçu hep dışarda aradığı müddetçe, müsbet mânâda mesafe katetmek mümkün değildir. İnsanlar, iç âlemlerinde, özlerinde kendilerini değiştirmedikçe, Cenâb-ı Hak onları değiştirmez. إِنَّ الله لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ (Ra’d, 13/11) Eğer içte bir bozulma olursa, bu mutlaka, zirvelere kadar her tarafa yansır. İnsanların iç istikameti için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Demek oluyor ki, idare edilenlerin durumları, idare edenlerin durumlarına, âdeta sebep-netice münasebeti içinde bir müessiriyeti var